“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, deve dellâl iken pire hammâl iken, Beyazıt’ta Bakırcılar’da pembe bir konak var imiş.
O konağın içinde kara sakallı bir umacı var imiş. Bu umacı bir gün düşünmüş taşınmış, etrafına bakmış bir de ne görsün. Etrafını bir alay akılsızlar sarmış. Durunuz demiş, ben size Hanya’yı Konya’yı öğreteyim de siz de görünüz. Birkaç renk boya almış herkesin gözünü boyamış. Gözü boyananlar etrafı başka türlü görmeye başlamışlar.”
Bu “masal”a, daha doğrusu “roman”a, daha doğrusu “çizgi roman”a “Güleryüz” gazetesinin ilk sayısında rastladık. Hele göz boyama sahnesi görülmeye değer doğrusu! (Resim1)
Önce kısaca Güleryüz gazetesinden bahsedelim. Künyesinde yazıldığı üzere “edebî siyasi mizah gazetesidir.” 1921-1923 yılları arasında Sedat Simavi tarafından çıkarılan bu gazete Millî Mücadele’ye destek veren süreli yayınlardan biridir. İstanbul’un işgalinden sonra yayın hayatına merhaba diyen gazete; şiddetli sansüre rağmen basın cephesindeki kıran kırana savaşta yayımladığı şiirler, yazılar, karikatürlerle işgalcilerin tam karşısında durmuştur. Mizah içinde hakikati anlatırken sansürden korunmak için türlü yöntemlere başvurmuştur elbette. Mesela yazımıza konu olan ve “bir varmış bir yokmuş” diye masal formatında anlatılan çizgi romanın başlığında şunlar yazıyor: “Pembe Konağın Esrarı (Roman) Muharriri: Lüpenci Arsen (Arsen Lüpen)”. Peki, kim bu Arsen Lüpen? Fransız öykü ve roman yazarı Maurice Leblanc’ın kaleminden çıkan polisiye romanın karakteri. Nam-ı diğer “Kibar Hırsız”. Hatta Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Peyami Safa, insan ruhunu başarıyla tahlil ettiği romanlarının yanı sıra, Arsen Lüpen karakterinden esinlenerek Cingöz Recai tiplemesiyle polisiye roman türüne güzel bir seri kazandırmıştır. Ve hatta Eti Sosyal Bilimler Lisesinde görev yaptığım dönemde, 2016’da, iki öğrencimle uluslararası bir kongreye “Cingöz Recai Arsen Lüpen’e Karşı” başlıklı bir bildiri ile katılmıştık. Cingöz Recai ile Arsen Lüpen karakterlerini -ele alınış biçimleriyle- karşılaştırdığımız bu çalışmada çok ilginç bulgulara ulaşmıştık. En nihâyetinde Cingöz Recai; zenginden alıp fakire vermesi, yardımseverliği ile halkın gönlünü çalabilmeyi başarmış ve akıllarda “gönül hırsızı” şeklinde yer edinmiş bir karakter olarak Arsen Lüpen’den farklıdır, demiştik.
Gelelim asıl konumuza: “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan sözüm ona “roman”ın kadrosunda yer alan “kara sakallı umacı” ve onun “bir alay akılsızlar” dediği kişilerle ilgilenmiyoruz. Zira Bonn Üniversitesi dijital kütüphanesinde rastladığımız bu gazetenin hemen ilk sayfalarında herkesin gözünü boyayan “umacı”nın anlatıldığı bu görsel şölende Nasreddin Hoca’nın karikatürü -onun torunlarından biri olarak- ilgi odağımız oldu hâliyle. (Resim 2)
Yalnız “Pembe Konak” adı, geçmişten tanıdık bir sima gibi hatırımıza düştü. 19. yüzyılda yapılan bu konağa “geçmişten tanıdık sima” dememizin nedeni, İstanbul Üniversitesinde öğrencilik yıllarımızda macerasını dinleyip bin merakla arkadaşlarla görmeye gitmemizdi. Acaba adı geçen “Pembe Konak” burası mıydı? Yalnız farklı bir adresten bahsediliyor. Hatırımıza düşen Pembe Konak ise Cağaloğlu semtinde. Her ikisi de tarihî yarımadanın içinde gerçi. Ve bu tarihî yarımada bürokrasinin kalbiydi… Belki de sansür kurumundan korunmak için böyle bir şaşırtmaya başvurulmuş olabilir. Hey gidi “Pembe Konak” hey! II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Devleti’nin fiilen yönetildiği bir merkez konumundaydı. İkbal arayanların da cazibe merkeziydi. Kimler kimler çalıştı içinde… Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Ziya Gökalp… Çanakkale Zaferi’nin coşkusunu ve düşmanın bu savaştan sonra Türkler bir daha asla belini doğrultamaz dediği bir anda Kutü’l Amare Zaferi’nin kıvancını yaşadı. İşgali gördü, işgalcilerin “geldikleri gibi gittiklerini” de... Artık hatırası duruyor yerli yerinde… Zira tavan bezemelerini, hele o canım ay yıldız motifini unutmak mümkün mü hiç!
Biz şimdilik “masal”a devam edelim. Nerede kalmıştık: “Gözü boyananlar etrafı başka türlü görmeye başlamışlar.” İşte her şey bundan sonra başlıyor. Göz boyama işlemini başarıyla tamamlayan kara sakallı umacı “daha başka marifetlerinden(!)” bahsetmiş. Parayı yumurtlatabilirmiş mesela. Gözü boyananlar da parasını yumurtlatmak için getirip umacıya teslim etmiş. “Fakat para hiç yumurtlar mı?” Gel zaman git zaman, bir sene sonra paralarını ve yumurtalarını istemeye gelenler duyduklarına inanamazlar. Meğer onların paralarının “yumurtaları cıvık çıkmış”mış(!) Tabi itiraz ederler, o umacı da başlar Nasreddin Hoca’nın meşhur “kazan” fıkrasını anlatmaya. Aynen şöyle söyler: “Nasreddin Hoca’nın bir komşusu varmış. Bir gün Hoca komşusundan bir çamaşır kazanı istemiş. İade ederken içerisine bir de tencere koymuş. Komşu ‘Hoca da nedir?’ diye sormuş. Hoca da ‘Kazan doğurdu.’ demiş. Bir gün yine Hoca kazanı istemiş. Bu sefer geriye vermemiş. Komşusu gelip istediği zaman ‘Kazan öldü.’ demiş. Komşu kemal-i hiddetle ‘Bu nasıl şey, kazan ölür mü?’ demiş. Hoca da ‘Kazanın doğurduğuna inandın da öldüğüne niye inanmıyorsun?’ cevabını vermiş.” Kara sakallı umacı böyle anlatırken o “bir alay akılsızlar” da “kemal-i dikkatle” dinlerler ve paralarının üzerine umacının hizmetçisinin ikram ettiği bir bardak soğuk ayran içerler.
Gazetede dikkate değer bir husus da “fıkra” değil “hikâye” kelimesinin kullanılması… İngiliz yazar Peter Hawkins’e göre ise “tasavvufi hikâye”… Bu durumda Nasreddin Hoca’ya asıl yabancı kim acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Bizim bugün “güldürürken düşündüren fıkralar” dediğimiz bu ibretlik öğütler karşısında gerçekten düşünseydik acaba ağlanacak hâlimize gülebilir miydik? Zaten biz “fıkra” dediğimiz anda suyun mecrası yön değiştirdi. Bu yüzden midir bilinmez “kazan” hikâyesinden de ibret almamışız. Oysa Hoca bize ne demişti orada? Açgözlü olma, demişti. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, demişti her durum ve her şartta. Ama söz anlayan beri gelsin! Hadi sözden anlayan yok, kara sakallı umacıyı “kemal-i dikkatle” dinleyenler de demiyor ki “Bu fıkrada en azından komşunun elinde bir tencere kalıyor, biz hem paramızdan hem de gelecek yumurtalarımızdan olduk” … Heyhât, “kara sakallı umacı” onların gözlerini öyle iyi boyamıştır ki kendini Nasreddin Hoca’mızla özdeşleştirmesinin ne kadar büyük bir aldatmaca olduğunu dahi göremez olmuşlar! Nitekim benzerlikler yanıltabilir. Kim ehl-i sûret, kim değil? Görünüş aldatabilir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “Her iki çeşit arı aynı yerden yedi, fakat bundan zehir, ondan bal ortaya çıktı…” Hâlbuki bakarsınız ikisi de arıdır ama biri bal, diğeri zehir üretir.
Bu arada “umacı”, eskiden küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş hayalî bir yaratık, yani “öcü” demek. Acaba bizim bu “Lüpenci Arsen romanında(!)” çocukları değil büyükleri korkutmak için uydurulmuş hayali bir karakter olabilir miydi? Keşke bir kurgudan ibaret olaydı! Gazetenin dönemi ve yayın çizgisi göz önünde bulundurularak kastedilen kişinin Millî Mücadele karşıtı bir isim olması kuvvetle muhtemel… Umacı, demişken Tevfik Fikret’in çocuklar için yazdığı -ve çocukluğumun başucu kitaplarından olan- “Şermin”de “Umacı” adlı bir şiiri de anmak gerekir:
“Şermin umacıdan korkar
Zannedenler yanılırlar.
Hayır, Şermin’de doğrusu
Yoktur umacı korkusu.
Eskiden o da korkarmış.
Onu da korkuturlarmış,
“Umacı geliyor!” diye;
Çocuk, aldanır her şeye.”
Şiirde çocuk aldanır her şeye, diyor ama gel gelelim bizim bu “Lüpenci Arsen romanında(!)” büyükler aldanmış. Şiirin sonunda Tevfik Fikret, asıl korkmamız gerekeni ne de güzel söylemiş:
“Aklı başında insanlar
Yalnız fenalıktan korkar.”
Hele o fenalık; “iyilik” göz boyası ile geliyorsa! Oysa şu fâni dünyada “Bir varmışız, bir yokmuşuz” hepimiz. Ahiret ağacına çıkmış, bindiğimiz dünya dalını her gün biraz daha kesiyor ve Nasreddin Dede’min “büyük kıyamet” dediği ölüme adım adım yaklaşıyoruz. Peki, dünya ehli olanlara inat, “Ye kürküm, ye!” diyebiliyor muyuz onun gibi? İnsanlara olan mesafemizi kürküne, börküne göre mi yoksa nefsini terkine göre mi ayarlıyoruz? “Kazan hiç ölür mü?” diyenlerden miyiz, yoksa “Kazan hiç doğurur mu?” deyip tencereyi iade edenlerden mi?
Bir varmış bir yokmuş, Nasreddin Hoca’nın öğüdü çokmuş… Yeter ki doğru yerden bakmasını bilelim… “Lüpenci Arsen”in “kara sakallı umacı”sının ve “bir alay akılsızların” gittiği yönün tam tersi yani!