Okullar açılınca çocukluğuma yolculuğum başlar. Her Eylül’de sayfalarının tozunu aldığım geçmişin okul günleriyle bu günlerini kıyaslamak da vardır işin içinde. Siyah önlükler, beyaz kolalı yakalar, son dersin bittiğini müjdeleyen zilin sesiyle birlikte okuldan çıkışımız; sonra kantinde beyaz gazoz ve tabii o Eskişehir simidinin mis kokusu…
Sadece Eylül’ün gelişi değil, zamanla hayatımıza karışan kimi filmler, kimi kitaplar da bizi çocukluğumuzun okul günlerine alıp götürür. Örneğin Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri” bu kitaplardan biridir. Otoriter bir ailede yetişmemiş de olsam, kitabın içindeki olup bitenden çok, önce kitabın adıyla buluştuğumu söylemeliyim: Çocukluk, soğuk ve gece…
Sonra erken olgunlaşan gelecek kaygısı, en azından herkesin yaşayabileceği kadar kırgınlıklar, bunalımlar. Sadece “benim” diyebileceğim bir odamın olmaması örneğin…
Bir masal büyüsünün arkasına gizlenen ama yine de benim her sonbaharda emanet olarak çıkarıp baktığım o çocukluk günleri kış’a girildiğinde kuzineyle ısınan evin soğuk köşelerine ve hep nedense gece vakitlerine konuk eder beni… Sonra bizi büyülü bir dünyaya taşıyan masallar, masallar, masallar…
Babam işten gelir, yer sofrası kurulur; genellikle aynı kaptan kaşıklanan tarhana, turşu ve diğerleri… Yazın kurutulmuş biberlerin kırmızılığı duvarda. Sonra kuzinede demini alan çay, fırında patates, ya da bir sini içinde hamur işi dızmana, fırında pişirilmiş ve yenmek için dilimlenmiş beyaz pancar ve daha neler neler…
Yerli malı kutlamalarını da unutmayalım. O gün, okula taşınan portakallar, elmalar… Bir taraftan “yerli malına özendirme”, diğer yandan yerli malını kullanmanın faydaları üzerine söylenen birkaç söz… Ve, “yerli ve milli” söylemlerinin ayyuka çıktığı şu günlerde bu özel gün var mı, yok mu? Ne derece gerekli, bilemiyorum… Bir yerde, emeklilerin rutin işi haline gelen fiyat araştırması sırasında kapı komşumuz da değiller ya, Kanada- Meksika malı yiyecekleri görünce de aklıma gelmişti bu “yerli malı” kutlamaları…
Süt tozu günlerini de hatırlıyorum hayal meyal. Haftada bir miydi neydi? Beklenirdi gelsin diye... Tabii, süt verilip nelerimizin alındığı da ayrı bir yazının konusu.
O günlerde adı “beslenme çantası” olmasa da, kantine para yetmeyeceği için bir beze sarılmış hamur işi şeyler de olurdu çantamızda ve tabii ayran da sıklıkla… Hatta yağlanmış, yağlı yüzleri birbirine kapatılmış ekmek dilimleri, bisküvilerin arasına sıkıştırılmış lokumlar.
Okula götürülen yiyecekler konu edilmişken, son günlerde dillendirilen okullarda öğrencilere bir öğün yemek verilmesi yönündeki taleplere de değinmeli: öteye beriye para harcayan devletin bu kadarcık “sosyalleşmesi” zor olmasa gerek… Tabii, okulların açılması demek, özellikle dar gelirli aileler için ekonomik yük demek aynı zamanda.
Sonra, hatırladıklarımdan, özel günler için hazırlanan sınıflar… 23 Nisan’ın coşkusu. Bahçede, kürsüye çıkıp şiir okumalar, illâ ki heyecan ve sonrasında beklenen övgü sözleri. Her 10 Kasım’da Atatürk’ü anma töreni, bahçemizden taşıyıp getirdiğim ve benim “hüzün çiçeği” adını verdiğim Kasımpatıları…
Şimdi, tam da okulların açıldığı şu günlerde, çocukluk yıllarımızın okullu günlerini anımsıyor, o günlerin iz düşümlerine uğruyoruz hep birlikte… Çok eski yılların takvim yapraklarında asılı kalmış olsalar da, diğer yandan daha dün gibi; taze, içten ve nedense hep siyah beyaz…