Yazıma önce Eskisehir.net okurlarına ‘Merhaba’ diyerek başlamak istiyorum. Nasipse burada ülke ve dünya gündemi üzerine fikirlerimi her hafta paylaşacağım. Yerel bir medya organında, yerel sorunlardan ziyade daha çok ülke ve dünyada gündemi üzerine tahlil yazıları yazmak kanaatimce bir çelişki oluşturmuyor. Artık ‘küresel köy’ dediğimiz bir dünya var; bu sebeple yerel, ulusal ve küresel hadiseler ve olgular arasındaki etkileşim zaten bizleri yerele de ulusal ve küresel gelişmeler ışığında yaklaşmaya zorluyor. Ben de bu anlayış içerisinde yazılarımda daha çok ülkedeki ve dünyadaki mühim olayların tahliline yoğunlaşacağım.

Bu girişten sonra şimdi yazı için kollayı sıvayalım...

***

Malumunuz olduğu üzere AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, memleketi Kahramanmaraş’ta yaptığı bir konuşmada sarfettiği şu sözlerinin ardından tepkilerle karşılaştı: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye'de yaşanmıştır. Mesela Fransız devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao'nun Çin kültür devrimidir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir”.

Aslında bu içerikteki sözler ilk defa Ünal tarafından dile getirilmiyor. Ayrıca pek çok kimsenin sandığı veya ileri sürdüğü gibi İslamcıların da tekelinde olan bir söylem değil bu (Mahir Ünal’ın geçmişini bilemem ama zaten AK Parti de İslamcı bir parti değil; bunu önümüzdeki günlerde bir yazıda ele alırız inşallah). Geçmişte ve bugün Peyami Safa, Nihat Sami Banarlı, Teoman Duralı, Beşir Ayvazoğlu, Erol Güngör ve daha pek çok muhafazakâr milliyetçi fikir adamlarınca benzer görüşler dile getirildi. Saydığım isimlerden merhum Erol Güngör, Mahir Ünal’a sert tepki gösteren Devlet Bahçeli’nin MHP’sine gönül vermiş kitlenin ‘en mühim fikir adamı’ olarak bağırlarına bastıkları bir isim. Hatta ve hatta sosyalist romancı ve fikir adamı Kemal Tahir de bu mealde fikirler beyan etmiş birisidir.

Ancak Ünal’ın konuşmasında bu kadar tepki görmesinde kanaatimce sözlerindeki yanlış kelime seçimi ve yaptığı abartılı ve yanlış mukayesenin etkisi var. Eğer ‘Cumhuriyet’ yerine ‘Tek Parti Dönemi’ demiş olsaydı ve çok ileri boyutlarda devrimci şiddete ve radikal uygulamalara başvurulan Mao’nun Kültür Devrimi’yle bizim devrim deneyimizi mukayese yoluna gitmemiş olsaydı, kanaatimce eleştiriye maruz kalsa bile kendisini istifaya zorlayacak bir tepkiyle karşılaşmazdı.

Ancak bu konuşmayla yanlış kelime seçiminin sebep olduğu ‘cumhuriyet düşmanlığı’ algısı ortaya çıktı. İlaveten birtakım paralellikler olmasına rağmen başvurulan şiddet ve sebep olduğu insani, toplumsal, siyasi ve ekonomik yıkım açısından bizdeki uygulamalarla Mao’nun Kültür Devrimi’nin mukayesesi oldukça abartılı ve yanlıştı.

Siyaseten de doğru değildi. Çünkü 20 yıllık AK Parti’ye yönelik tepkinin demokrasi ve insan hakları talebinden daha çok Atatürk ortak paydası üzerinden gösterildiği bir konjonktürde bu yanlış kelime seçimine ve mukayeseye tepkilerin hafif kalması imkansızdı. Ünal’ın sözleri, Ak Parti’ye tepkilerin uyardığı yeni Atatürkçü duyarlılığın sert duvarına çarptı. Henüz muhalefet seçim kulvarına girememiş olsa da, seçim startını vermiş olan Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan tarafından da Ünal’ın bu siyaseten yanlış sözlerinin hoş karşılanması pek mümkün değildi.

Elbette bir de ülkeyi yöneten iktidar bloğunun unsurları faktörü var. Bunların en başında da, Cumhurbaşkanlığı seçiminde vereceği oy desteği oldukça hayati olan MHP ve onun lideri olan Devlet Bahçeli geliyor. Daha önce ittifaka halel gelmesin diye AK Parti tarafından yapılan birçok açıklamayı ve tavrı pek çok kere görmezden geldiği oldu Bahçeli’nin. Örneğin, Danıştay'ın okullarda andımızın okunmasını engelleyen kararına Bahçeli'den çok sert tepki geldi fakat tekrar okunması yönünde de ısrarcı olmadı. Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasına da engel olmaya kalkışmadı, hatta destekleyen bir tavır içinde oldu. Ancak ısrarlı olduğu konularda da istediklerini büyük ölçüde kabul ettirdi.  

Yukarıda bahsettiğimiz faktörlerin etkisiyle Bahçeli, bu defa grup toplantısında Ünal’ın sözlerine karşılık sert bir tepki ortaya koydu.

Lakin Ünal'ın istifasını sadece Bahçeli faktörüne bağlamak da yetersiz bir bakış. Bahçeli’nin tepkisini Cumhur İttifakı’nın veya mevcut iktidar koalisyonuna dahil olan geniş milliyetçi-ulusalcı unsurların kollektif etkisinin bir sonucu olarak da görmek gerekiyor. MHP bu ittifakın/koalisyonun sadece bir parçası. Sırf Bahçeli'ye kalsa görmemezlikten gelebilirdi. Muhafazakâr milliyetçi bir bakış açısına sahip pek çok MHP'linin de Ünal'ın sözlerinin genel içeriğiyle hemfikir olduğu bir gerçek. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ülkücü hareketin ve MHP çevresinin en önde gelen entelektüel ismi Erol Güngör de, Ünal gibi vulgar bir şekilde söylememiş olsa da, benzer fikirleri  geçmişte dile getirmişti.

Ünal'ın istifasına sebep olan, Metin Feyzioğlu'nun büyükelçi olmasını da, Mehmet Ali Çelebi'nin AKP'ye katılmasını da sağlayan ittifaktır. Bu ittifakın görünür unsurları AKP-MHP-BBP'den ibarettir. Ancak bunları da içine alan daha geniş bir muhafazakâr-milliyetçi-ulusalcı ittifakı var. Bu ittifak 17-25 Aralık olaylarının ardından oluşmaya başladı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da perçinleşti.

Bu bağlamda AK Parti’nin de bir süredir Atatürk’e yönelik söyleminde ciddi bir değişime gittiği de unutulmamalıdır. AK Parti ileri gelenleri Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumuna giden yolda bu girişimi büyük ölçüde Atatürk’e referansla meşrulaştırmaya çalıştılar. Tabanda görülen bazı cılız tepkiler de AK Parti’ye yakın medyada, özellikle devşime kalem erbabının yazılarında, sert tepkilerle karşılaştı. Bu arada Erdoğan’ın gündeminden çıkarmış olduğu başkanlık sistemine geçiş de yine bu ittifak sayesinde, Bahçeli’nin Erdoğan’a yapmış olduğu teklifle yeniden gündeme gelmiş olduğunu da hatırlatalım.

Aslında 2015 Genel Seçimleri öncesinde başlayan ve bugün iyice perçinleşmiş olan durum şudur: AK Parti, tasfiye etmek iddiasıyla çıktığı yolda ‘müesses nizam’a muhafazakâr ruh üfleyen bir Entite’ye dönüştü. Bu yeni bileşimde Milliyetçilik, Atatürkçülük ve Muhafazakarlık harmanlandı ve iktidar söylemi olarak bir alaşımı ortaya çıkardı. Zaten Türkiye’de milliyetçilik her zaman muhafazakarlık ve Atatürkçülük’le bir etle tırmak ilişkisi içinde olmuştu fakat bu ilişki genellikle iki farklı mecra üzerinden gidiyordu.

İçindeki reformist, liberal ve demokrat unsurların tasfiye edilip partinin tamamen Erdoğan’la bütünleşmesi ve onun himayesi altına girmesinin ardından İslamcı kökenden gelen ama muhafazakârlaşmış AK Parti, müesses nizamın bu iki farklı mecrayı biraraya getirmesinde birleştirici unsur oldu. Bunda da katalizör etkisini Gülenistlerle AK Parti iktidarının yaşamış olduğu çatışma oluşturdu. İslamcılık ise AK Parti’nin sadece kitleyi konsolide ve mobilize etmek için yer yer başvurduğu bir vasıtaya indirgedi. Ancak bu süreçte, geçmişte kendisini İslamcı olarak gören ve bir kısmı hâlâ öyle görmeye devam eden kitle müesses nizama büyük ölçüde entegre edildi. Hamasi bir söylem ve tarih kurgusu da bu entegrasyonun yapışkanı olarak kullanıldı.

 Yalnız bu yeni Milliyetçi-Muhafazakar-Atatürkçü bileşiminin ideolojik sınırlarını da müesses nizamın paradigması oluşturdu. Bahçeli’nin Ünal’ın sözlerine göstermiş olduğu tepki işte bu ideojik sınırların hatırlatılmasından ibarettir. Erdoğan da, Ünal’ı tasfiye etmekle bu sınırları tasdik ve teyit etmiştir. Ayrıca bu şekilde davranmanın seçim konjontüründe pragmatik bir yanının olduğu da bir gerçek.

Mahir Ünal ise sözleriyle yeni devlet ideolojisine farkında olmaksızın çomak sokmanın bedelini ödedi.

İlaveten  epeydir farkında olduğumuz bir durum ortaya çıktı: Adeta Ebedi ve/veya Millî Şeflik rejimlerinin yeni şartlarda bir duplikasyonu olarak biraz yeşile boyalı Yerli ve Millî Reislik rejimi geldi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ortaya çıkardığı yalın gerçek şudur: Ulusalcı/milliyetçi - Muhafazakâr İttifakı ya da Koalisyonu otoriter bir rejimi de beraberinde getirdi.

Aynı zamanda Mahir Ünal Vakası, yerlilik ve millîlik iddiasındaki Ak Parti iktidarının İslam'a ne kadar değer verdiğinin bir turnusol kağıdı oldu. 17-25 Aralık olaylarını takip eden süreçte Kur'an'la dalga geçtiği ispatlanmış bir zatı AK Parti iktidarı hem aklamıştı hem de büyükelçilikle ödüllendirmişti. Ancak öte yandan, kendince partisinin muhafazakâr tabanının duygularına tercüman olduğu sanarak fikirlerini açıklayan bir parti kurmayını ise kızağa çekti! Bu iki örnekten yola çıkarak şunu demek mümkün: İktidar nazarında Atatürkçülük’ün belirleyiciliği ve bağlayıcılığı, Kur'an'ın belirleyiciliği ve bağlayıcılığına baskın çıkmıştır çünkü Kur'an'la dalga geçilmesi Ak Parti için bir kırmızı çizgi oluşturmamıştır. Bu aynı zamanda, ara sıra belli bir politikayı meşrulaştırmak için öne sürülen, daha doğrusu istismar edilen, ‘nass’ gerekçesinin içinin ne kadar boş olduğunu da gösteren bir gelişmedir.

İlhan Uzgel bir yazısında şöyle diyor: “Şu an AKP’yi otoriterlik dışında tanımlayacak bir sıfat yok. Ne İslamcı, ne milliyetçi, ne (muhafazakar) demokrat, ne Batıcı, ne Avrasyacı, ne anti-emperyalist. Bütün bu öğelerden zamanı gelince faydalanmaya çalışan, kendisini tanımlayabildiği ya da bizim ona atfedebileceğimiz bir kimliği olmayan, tek meselesi günlük hamlelerle iktidarda kalışını uzatmaya çalışan ama her hamlesiyle kendisini çöküşe götüren bir yönetimle karşı karşıyayız.” İlhan Hoca’nın bu  sözleriyle büyük ölçüde hemfikirim. Ancak bir şerh düşeceğim: Şu an AK Parti’yi otoriterlik dışında tanımlayabileceğimiz bir sıfat daha var: O da merhum Akif Emre’nin de üzerine sık sık vurgu yaptığı ‘Muhafazakar Makyavelizm’ kavramıdır.

Bugün muhafazakâr iktidar hiyerarşisinde ve ona gönül veren çevrelerde yaşanan temel sorunsal şudur: İç dünyalarında Machiavelli ile Hz. Muhammed arasında yaşanan mücadeleden ilki galip çıkmaktadır; ikincisi ise yaşanan ve icraata konulan Makyavelizme örtü/kılıf olmaktadır. Bir başka deyişle, iktidarı sürdürebilmek için her vasıtayı kullanmakla benimsenmiş/içselleştirilmiş değerler arasında yaşanan bir çatışma söz konusu. İktidarı muhafaza etmek ve gücü perçinlemek büyük ölçüde pragmatik ilişkiler ağı içinde olmayı gerektiriyor. Bu da her zaman sahip olunan ilkelerle/değerlerle bağdaşmayabiliyor. Bu durumda ikisi arasında denge kurulması arayışı doğuyor.

Ancak iktidarı muhafaza etme ve gücü perçinleme isteği ve bunların sağlanması maksadıyla toplumsal taleplerin karşılanması zarureti zamanla iktidarı bir araç olmaktan çıkarıp başlıca amaç haline getirdiği andan itibaren muhafazakar Makyavelizm olgusuyla karşı karşıya kalıyoruz. “Muhafazakâr Makyavelizm”, merhum Akif Emre’nin ifadesiyle, sadece sistemi yaşatmak için değerleri araçsallaştırmakla kalmayan, ayrıca araçsallaştırmanın doğal sonucu olarak değerleri çürüten bir olgudur. Muhafazakâr Makyavelizm’de toplumdaki hakim din anlayışı da bir adalet çağrısı ve talebi olmaktan ziyade muktedirin iktidarını takviye aracına dönüşür.