Muvazaa(danışıklı işlem), mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 18’inci maddesi ile aynı doğrultuda düzenlenen 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK) 19’uncu maddesinde mevzu bahis edilmektdir.Buna göre,”Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır ve borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz”
Söz konusu madde metninden de anlaşılacağı üzere muvazaa, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile kendi gerçek iradelerine uygun olmayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır. Diğer bir ifade ile muvazaadan söz etmek için , tarafların görünüşte yaptıkları işlemle, iradelerinin birleştiği işlemin birbirinden farklılık taşımasıdır .
Kanunlarımızda muvazaaya bağlanan sonuç açıkça belirtilmemiş ise de yargıtay da ve doktirin de , muvazaya ilişkin yaptırım, tarafların ortak iradelerinin yansıtılmadığı için görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olmasına bağlanmıştır .Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, muvazaalı işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmamakta olup, muvazaada, görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Kural olarak hiç kimse kendi muvazaasına (“taraf muvazaası”) dayanarak bir hak talep edemez. Kaldı ki böyle bir hak talebi herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olduğu, bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasının hukuk düzenince korunamayacağını belirten 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 2’nci maddesine de aykırıdır.Ancak Yargıtay içtihatlarından yer aldığı üzere “taraf muvazaası”nın ispatına bir istisna getirmiş ve “yazılı delil” şartı aranmıştır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin E. 1996/1179 , K. 1996/1570 sayılı ve 14.2.1996 tarihli ilamında belirtildiği üzere ;
“Muvazaanın varlığını iddia eden taraf veya bunların ardılı ( halefi ) sıfatı ile hareket eden, başka bir anlatımla sözleşmenin yanlarından birine teb'an dava açan kişi Medeni Kanunun 6. maddesi gereğince bu iddiasını isbat etmek zorundadır. Senede bağlı bir sözleşmeye karşı muvazaa iddiası, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288. ve 290. maddelerinde belirtildiği üzere ancak yazılı delille kanıtlanabilir. Sözleşme aynı Kanunun 293. maddesinde sözü edilen yakın akrabalar arasında yapılmış olsa dahi muvazaanın yazılı delille ispat edilmesi gerekir. Böyle bir sözleşmenin resmî şekilde yapılması halinde dahi olayın özelliği itibariyle adi yazılı delilin yeterli olacağı öğretide ve kararlılık kazanmış içtihatlarda ortaklaşa kabul edilmiştir. İşte bu görüşten hareketle 5.2.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında taraf muvazaası ve takma ad ( nam-ı müstear ) davalarında iddianın ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir.”
Muvazaa iddiasının 3. Kişiler bakımından ispatında ise yazılı delil şartı bulunmamaktadır.Üçüncü kişiler muvazaa iddiasını tanık da dâhil olmak üzere her türlü delille ispat edebilirler. Esasen, üçüncü kişiye, tarafı olmadığı bir sözleşmedeki muvazaa olgusunu yazılı delille kanıtlama yükümü getirilmesine hukuken olanak da yoktur (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 02.10.2002 gün ve 2002/6-618 E.-659 K.; 24.02.2010 gün ve 2010/6-94 E. - 100 K. sayılı ilamları).Nitekim Yargıtay kararları ile istikrarlı şekilde uygulanan bu husus kanun koyucu tarafından da aynen benimsenerek 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 203/1-d maddesinde “Hukuki işlemlere ve senetlere karşı üçüncü kişilerin muvazaa iddiaları”’ nın tanık delili ile ispatlanabileceği kabul edilmiştir.