“Bugün evden çıkmayacağım” dedi kahvaltısını yapan genç adam. “Birer çay daha içelim de Dede Korkut Parkı’na gidelim, hava güzel, iyi gelir” dedi dayısı.
Öyle yaptılar, çıktılar. Caddeler çok kalabalık değildi. Çamlıca ve Ömür minibüsleri de seyrek yolcuları ile devam ediyorlardı. Tramvaylar, öğrenciler de olmayınca kalabalık değildi. Hatta pek çok boş koltuk vardı.
Parka geldiklerinde tam tersi bir durum söz konusu idi. Çocuklar bisikletlerinde, anne ve babaları banklarda, kimisi de yürüme parkurlarında güneşin ve yeşilin ve dahi temiz havanın tadını çıkarıyorlardı. Fakat herkes birbirinden uzak durmaya gayret ediyordu. Arada hep bir mesafe vardı. Parkın giriş kapısına geldiklerinde içeriye girmekten vazgeçtiler. Genç adam, caddeden devam etmeyi önerdi. Caddeye döndüler. Yürüdüler. Daha aşağıdaki küçük parkların etrafındaki bankların birisinde altmışlı yaşların sonlarında iki bey oturuyordu: “amaaann biz zaten evdeyiz.” diyerek tebessüm etti gözlüklü olan. Az ilerideki bankta oturan bir hanımefendi yanındaki daha genç olana “domuz gribi, gergedan gribi, şimdi de bu çıktı” diyordu yürümesine destek olacak demir bastonunu yere vurarak.
Yürüdüler. Üç genç geliyordu. “Tatil değil bu oğlum, risk nedeniyle eğitime ara verildi. Gençlerde ölümcül olmasa da taşıyıcı oluyormuşuz. Başkalarına bulaştırmak güzel mi?” dedi siyah t-shirtlü olan. Yeşil hırkalı cep telefonunu göstererek “sık sık bunları da silmemiz lazım hacım, sürekli elimizde” dedi.
Az ileride kırklı yaşlarda iki bey kendilerine doğru yürüyorlardı ki birisi “ya bak dün iş çıkışı şu büyük markete girdim, makarna ve unları toplamış harbiden millet. Virüse iyi mi geliyor ki?” diyerek güldü. Diğeri daha ciddi bir tavırla “Aman abi ekmek alırken falan dolabın yanındaki poşet eldivenleri kullanmamız lazım. Bugünlerde sadece kendimizi düşünmeden sorumlu davranmak lazım kardeşim. Herkes can. Hepimize mesuliyet düşüyor” dedi. “sosyal medyada da çok trol var ha, nereden ne menşeli olduğunu bilmiyoruz ki. Önüne gelen uzman, önüne gelen bilim insanı gibi söylemler. Bu cehalet değilse başka şeydir! Ya bir sakin! Bak ben bunlara oy moy vermedim vermem de ama bakanlık Allah var şimdi güzel çalışıyor. Şimdi siyaset zamanı mı ya!” diye başka bir konudan dem vurdu.
Bizim genç adam ve dayısı, konuşmalara hiçbir yorum yapmadan yürümeye devam ettiler. Civarda birkaç sokak daha turladıktan sonra eve yönelmeye karar verdiler. Zira acıkmışlardı ve namaz vakti de geliyordu. Bu arada üst komşu ile eşini gördüler. Selamlaştılar, el sıkışmadan ve biraz mesafeden hâl hatır sorduktan sonra herkes evine geçti.
Genç olan direkt elini yıkamaya yürüdü. Dayısı da diğer lavaboya yöneldi. Eski usul beyaz katı sabun almışlardı. Ellerini uzun uzun yıkadılar. Yüzlerini de unutmadılar tabi. Abdestlerini de almışlardı ki ikindi ezanı okunmaya başladı. Namazlarını kıldılar, dün akşamdan kalan nohut yemeğini ısıtıp şöyle iyi bir yeşillik salata yaptılar. Limonu sıkarak yemeklerini yediler.
Daha sonra kitaplarını aldılar ellerine. Birisi minderine diğeri koltuğuna geçti. Başladılar okumaya.
Genç olan, Fatma Barbarosoğlu’nun Hakikat İncinmesin’i okuyacaktı. Kitabın girizgahı harikaydı: “Her canı kendi canı bilen bütün hemşirelerin ve öğretmenlerin rikkatine ve dikkatine hürmet ile…”