Okuyacağınız öykü tamamen “hayal ürünü”dür:
Evden çıktı. Birkaç elma, bir demet maydanoz, birkaç limon ve bir de ekmek alacaktı. Markete yürüdüğü sırada karşıdaki tramvay durağı çekti dikkatini. Erbainin ortasındaki bozkırda havanın soğuk olması ve pazar gününün yalnızlığı ile tramvaylar boş denecek kadar müsait geçiyorlardı. Birden karar verdi. Markete dönüşte uğrayabilirdi. Amaçsız ve nereye gideceğini de bilmeden tramvay durağına yöneldi. Eskart’ını okuttu ve durağa geçti. İlk gelen tramvaya da nereye gittiğine bakmadan bindi. Kulağında Farid Ferjad ezgileri vardı. Tramvay hareket etti. Eski adıyla Savaş Caddesi, şimdilerde adı Öğretmenler Caddesi olan caddeye gelince, yol boyunca dükkanları ve insanları izlemeye çalıştı. Kim bilir kaç defa bu kaldırımlardan kimler geçmiş, belki kimileri geçmekle kalmamış ve göçmüş, kimileri mutlu mesut kimileri umut, kimileri kırgın ve yorgun, hatta belki yılgın vaziyette düzen tutmuşlardı. Dükkan isimleri, aslında kimlikleri de ele veriyor ve çeşitli rızk niyeti ile helâlinden yaşamın sırlarını fısıldıyordu. Reşadiye Camii’ne kadar geldi. Burada tramvay “Belediye” yönüne döndü. Belli ki ya “Şehir Hastanesi” ya da “otogar” tramvayı idi.
Bu arada müzik listesi “Beyade Gity”den “Golha”ya geçmişti. “Belediye” durağında indi tramvaydan. Küçük çaplı ve kısa süreli bir inen-binen kargaşası yaşanırken, yüzünü vilayet meydanına döndü. Sıfırın altında seyreden sıcaklıklar nedeniyle yer yer kar henüz halen yerdeydi. Hatta buz vardı pek çok yerde. Süzmeye devam etti. Bu meydandan dersaneler sokağına geçmiş, beş dakika fazla uyuyayım derken on beş dakika geç kalıp kahvaltı yapamadığından o sokaklarda tost yiyip çay içen ya da Süleyman Çakır Lisesi caddesi tarafındaki simitçilerden simit ve sade açma alıp dersaneye geçen yüzbinlerce öğrenci vardı muhtemelen, defalarca nesil olmak üzere ayak izleri duran…
Tramvay durağındaki kargaşa sakinledi, tramvay Atatürk Lisesi yönünde hareket etti. Bu arada meydandan Reşadiye Camii’ne doğru şöyle bir süzdükten sonra, içindeki derin ancak ıssız sızıya bir Fatiha gönderdi. Çıktı duraktan. Belediye binasının önündeki kaldırıma geçti. Yürümeye başladı. Acelesiz, “ama”sız, “yetişmece”siz ve dingin adımlarla... Şehrin ayazı gözlerini okşuyor yanaklarını öpüyordu. Taşbaşı Çarşısı’nın önündeki havuzun kenarında birkaç güvercin ekmek derdine düşmüş, bir köpek etrafı kolluyor ve bir kedi de tüm olanlardan kendi payını gözetiyordu. Bir nebze ısınıp yola devam etmek üzere Taşbaşı çarşısının içine girdi. Bu arada ilkokulda birlikte okudukları, yani otuz yıl öncesinden bir arkadaşını gördüğünü fark etti. Konuşmadılar. Ancak ne kendisi ilkokuldaki idi ne de arkadaşı. Yıllar üzerine siniyordu zira insanların. İçinden bir tebessüm edip yürümeye devam etti. Taşbaşı çarşısından çıktı, bir an kararsız kaldı. Acaba balıkçıların önünden Hamamyolu’na doğru mu geçseydi yoksa caddeye yönelip Esnaf Sarayı yönünde mi gitseydi? Caddeyi tercih etti. Bu arada hemen oracıktaki küçük havuzun yanına kurulmuş bir stand dikkatini çekti. Bir fikir gazetesi için açılmıştı ve hanımlar görevliydi. Herhangi bir duyuru ya da bağırma yoktu. Sadece gazete açılmıştı. Eşarpları ve duruşlarıyla zaten manifesto halindelerdi. Has niyetli oldukları görülüyordu. Lakin bildiği kadarıyla, bu amblemin liderleri, daha yakın tarihte kendilerine karşın pek çok sıkıntılı işler yapanlarla kol kola idiler. Burası karmaşıktı. Çıkamadı işin içinden ve zaten fazla da düşünmedi. Standa gitmedi. Uzaktan baktı ve devam etti yoluna. Yürüdü. Bir miktar daha adımladı caddede. Bir hanımefendi ile beyefendi yürüyorlardı. İktidardaki partiye kızıyor, söyleniyordu hanımefendi. “Uludağ” dedi adam, “İstanbul” da dedi. Muhtemelen ekonomiden filan dert yanıyorlardı. Yazık ki bu yıl yalnızca yaz tatili yapabilmişler ve kış için ancak birkaç haftasonu Uludağ’a gidebilmişlerdi. Bu arada kırklı yaşlarda iki bey geçti diğer tarafından. “Dava” diyordu birisi. Diğeri de hararetle destek oluyor ardından da muhtemelen patenti kendisine ait günyüzü görmemiş afili bir küfür patlatıyor ve devam ediyordu söze: “şu partide biraz daha dursak çevre yapar ve hatta belki iş bile alabiliriz” Bunlar da sanırsa iktidardaki partiden birileriydi.
Ne kadar da çelişik ve karmaşık konulardı. Yine çıkamadı işin içinden. Burası dünya olmasından mütevellit böyle bir sistem yürüyordu zaar. Galiba olan, fikirsel çilelere oluyordu. Bu olurken, kötülüklere fırsat doğuyor, emeğe yazık oluyordu. Popülist argümanların elinde oyuncak oluyordu büyük fikirler… Çileler, temsil ağırlığı olmayan “temsilci”ler ve eline geçen imkânı bilinçsizce ve şuursuzca harcayan cahiller eliyle zayi mi olacaktı?
Yürümeye devam etti.
Kızılay İş Merkezi’ni Subay Orduevi tarafına bağlayan köprünün yanına geldiğinde sağa döndü. Eski Tepebaşı Belediyesinin tarihi ve estetik ada binasının yanından su boyunca Köprübaşı’na doğru devam etmeye karar verdi. Binaya baktı, bir daha baktı, tekrar baktı. Birkaç saniye içerisinde kafasında bir elli yıl cereyan edebildi. Ne kendisine ne kalemine anlatacak kabiliyeti vardı zaar. Ancak bir elli yıl aktı geçti gerisinden. Ne hissettiğini kestiremedi. Çarşı Camii’ne doğru yürüdü. Mis gibi kahve kokuları ve kahve makinelerinden gelen sesler ile tekrar boyut değiştirdi. Ellerinde çantalar, başlarında bereler ve sıkıca sarındıkları kabanlar ile her halinden Pazar gününün hamam faslından çıktığı belli amcalara bakıp bu şehrin asırlık ruhunu tekrar selamladı. Çarşı Camii’nin kapısının önündeki çatılı geçişten devam ederek kuyumcular sokağından tekrar “belediye” durağına yürüdü. Kartı yine okuttu. “aktarma” yazmıştı kart okuyucu. Sevindi. “Otogar” yönünden gelen tramvaya bindi. Yenilerdendi. Tenhaydı. Geçti cam tarafında bir koltuğa. Bu arada gözü telefonuna gitti. Sosyal medyada bir genç “çevre, orman yangınları, santraller” filan diyordu. Oysa kesilen develere hiç değinmiyordu.
Önünde bir çocuk, on üç – on dört yaşlarında bir çocuk anne ve babasına sesleniyordu: “Ahlâk, vicdan, tevazu, sosyal adalet, samimiyet, dürüstlük, kanaat, şuur” diyordu.
Sevmişti bu seyahati. Adını “Reşadiye ekspresi” koydu.