“Buralarda meşhur bir leblebi kurabiyecisi varmış” dedi trenden inen adam. “Hele şu gardan bir çıkalım da gideriz elbet” dedi istasyonda bekleyen. Aksiyoner bir soru sorduğunu fark etmemişti soran. Cevaplayan da bunun bir sosyolojik vakıa olduğunu düşünmedi o an. Zaten bunun böyle olduğunu söylemek, sosyolojiye de yeni başlık açmak hamallığına dönüşebilirdi. Ekonomi sosyolojiyi mi yeniyordu yoksa sosyoloji ekonomiyi mi, edeb işçiliğini nakşeden bir edebiyat bilirdi bunu ancak. Şu an yapılacak olan, gardan çıkıp Porsuk kıyısına yürümek, dilerse orada bir kahve molası verdikten sonra leblebi kurabiyesi kokusunu takip ederek akabinde boza da almaktı. Ancak burada ışın yağmuru misal etrafında dönen hikâyeleri ne kadar teğet geçebilirdi, kendisi de bilmiyordu. Teğet geçmeyip üzerine yapışabilirdi zira görünmez iplerle. Tanıdık bir sima görmeye de gerek yoktu üstelik. Hâlen ayakta ve kalabalık altında ıssız duran sokaklar zaten vazgeçmiyordu katibe rahle olmaktan. Hayır, elinde gazete ile çocuk bağırmıyordu bu kez. “uzak”lık mesafesi de sosyal medya etkileşim alanı kadardı yer yer. “anlatmak” dedi trenden inen adam, “önemli şey”. “anlamak, çetrefil mevzu” dedi istasyonda bekleyen. Anlatmanın nihai varış noktası anlamaktı ya hani, kullanılan materyaller bazen anlatılmak istenilenin değil de zıttının vukuuna mesken olabilirdi. Özellikle “teknoloji ve dijital” odaklı bu çılgın çağda, insanın kendi hızına yetişmesi de bazen zorlaşabiliyordu. Bunları birbirlerine sözlerle söylemediler ancak hâl ve hareketlerini izleyen güvercinler, trenden inen ve istasyonda bekleyen adamların bu durumlarını fısıldayıp gülüşmüşlerdi. Tam da işte o güvercinler, Balıkçılar Çarşısı’nın yukarısındaki köprünün üzerinde rızkını kovalarken oldu bunlar üstelik.
“Tren vaktine çok var. Elimde taşımayayım, dönüşte alırız leblebi kurabiyesini. Öğle namazı vakti de gelmek üzere. Hadi yine Hamamyolu’ndan Odunpazarı’na doğru çıkalım. Hava da güzel bak. Şehri de özledim. Hem laflarız.” diyerek önerisini sundu trenden inen adam. Burada bir diplomasi ya da enerji-verimlilik dengesi güttüğünü düşünmedi. Zaten böyle bir güdüsü de yoktu. Alt tarafı Hamamyolu’ndan Odunpazarı’na çıkacaklardı. Öyle de yapmaya karar verdiler. İbrahim Karaoğlanoğlu caddesine geldiklerinde, trafik ışığı sağ olsun yayalara yeşil yanmıştı ve karşıya geçtiler. İyi ki caddenin üzerindeki köprüden geçmemişlerdi zira caddenin karşı tarafında bir kitapçı vardı ve kitapçıya girip girmemekte kararsız kaldıkları an kitapçıdan gelen kitap kokusu zaten davayı karara bağlamıştı ve içeriye girdiler. Anneleri ve kızları ile babaları ve oğulları raflarda aradıklarını arıyorlardı. İlk dakikalar kızların ve oğulların talep ve talebe dayalı iradenin idaresinde geçiyor, ancak daha sonra annelerin ve babaların kaçamak bakışları farklı raflarda seyretmeye başlıyordu. Olaylar bu şekilde gelişiyor ve babanın lisedeyken okuduğu bir romanın yeni basımını görmesi ile devam ederek nihai olarak güncel romanlardan birisini satın alması ile yeni yolculuklara bilet olarak tarihin hikâye geçi ücretlerine yansıyordu. Bu arada Mustafa Cihat Fizani ezgisi çalarken, kitapçı içerisindeki havuzdan gelen şırıltı ve iskemleler, istasyonda bekleyen adamı edebiyata tekrar aşık ediyor ve aşkın edebiyat hâlini içre bir doluda gözlerine soruyordu. Bir Rumeli kitabı alarak çıktılar. Kitap ayracını da sayfalara iliştirerek bir an önce Odunpazarı’na ulaşmak, bir köşeye çökerek birer kahve daha içerek kitap kokusunu kahve kokusuna vuslata erdirmek üzere sabırsızlığa düştüler. Kitap, bundan yirmi altı yıl önce, İstanbul’da zahirde siyasi ancak esasen sosyolojik bir başarının naif nişanesince tarihe not düşen ve düşülen bir hanımefendi tarafından yazılmıştı: Sibel Eraslan. “4 Defter – Rumeli Rüzgârı” diyerek neşrettiği hayatın zerrelerini önce Allah’a sonra yüreklere emanet etmişti belli ki. Belki harflerde gizlenen sırlar ve tılsım Mart’ın ilk günleri ve Deliklitaş mahallesinin seksenler kokan sokaklarındaki sancıları ile birleşince ortaya muntazam bir şölen çıkıvermişti. Alaaddin Parkı ve Alaaddin Camii bile her zamanki park ve cami değildi işte.
Odunpazarı’na geldiklerinde hemen çöktüler bir masaya. Eski resimler, kitaplar, radyolar, hatta plaklar vardı mekânda. Yok yok. Bu başka bir gündü. Vakit dahi geçmek istemiyordu belki. Ancak geçiyordu işte ve belki de zaten geçecekse de böyle geçmekten yana idi meramı. Kahveleri geldiğinde trenden inen adam daha önce okuduğu bu kitapta adeta ezberlemişçesine hafızasında kalan satırları sayfalardan tek tek açıyor ve oracıkta bir pencere, bir pencere daha ve bir pencere daha açıyordu. Konuştular. Konu konuyu açtı. Konu konuyu kapattı. İkindi vakti geliyordu.
Kalktılar, camiye geçtiler. İkindi namazını kılarak yeniden, dönüş yoluna menzilli harekete geçtiler. Bu kez Atatürk Lisesi önünden, Yunus Emre caddesinden seyrederek yine köprülerin başından gara doğru yaklaşacaklardı. Leblebi kurabiyesini aldılar, sağ taraflarında kalan Tozman çarşısının solmuş levhalarını selamladıktan sonra bozaya da saygısızlık olmasın diyerek yarım kilo da boza alarak gara devam ettiler. Bu arada caddeler daha kalabalık olmuş ve tramvaylar ayaktaki yolcular dahil dolu durumda geçiyorlardı. Işıklar yanacaktı birazdan. Kimi şeyleri örtecek kimi şeyleri açacaktı akşam. Hatta devrini geceye satacak ve üstelik yine tüm yük sabaha kalacaktı zaar.
Trenden inen adam trene tekrar bindi. İstasyonda bekleyen adam evinde döndü. Ne gündü ama…