Tren garına vardığında, misafirin gelmesine henüz 10 dakikadan fazla olduğu görünüyordu. Hava şartları da göz önüne alındığında trenin biraz daha geç kalacağını düşündü. Kar hızını kesmeden yağıyor, insanlar, hatta kediler bir an önce garın dış kapısından geçerek iç kısımda ısınmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Hemen şuracıkta duran büfeye gidip bir kahve almaya karar verdi. Kahvesini aldı, şöyle bir nebze daha köşeye çekildi. İnsanları izlemeye koyuldu. Yüzüne vuran ayaz ve kar taneleri, kahve kokusu ile sarmaş dolaş hâlde zihninden ruhuna naif yollar açıyordu.
Bu arada anons geliyor ve “Polatlı, Ankara yönüne gidecek Boğaziçi ekspresi yaklaşık beş dakika sonra peronda olacaktır” diyerek ilgili yolculara duyuruluyordu. Yüreği kabardı. Boğaziçi Ekspresi… Ne güzel bir isimdi. Anadolu’nun içlerini İstanbul’a, İstanbul’u bozkıra bağlıyordu. Resmi nüfusu on beş milyon küsur olarak açıklanan bu dev şehir, tahta valizlerine kimi yenilgileri kimi kaderi yüklenerek gelenlerin Haydarpaşa Garı’nda “Destur Bismillah” çekerek akışına karıştıkları dünya incisi, hem şekeri hem zehri… Rayların üzerinde seyrederken kâh gözyaşları ta ki bozkır damlarına düşüyor kâh erbain bir gecede buz tutuyor ve belki kimisi de yanına aldığı kehribar tespihi yoldaş ederek sırlarını döküyordu.
Bazen sevinç yazılıyordu rayların kıyısından geçtiği yamaçlara, bazen “hasta, ağırlaşmış” diyerek çağrılan ve aslında bu yalana iliklerine kadar inanmaya muhtaç acziyetle küçük bir umuda biniyordu yolcular.
Zihninde canlanan pek çok havadisi kahvesinden bir yudum alarak söndürdü. Bu arada yeni anons, misafirini beklediği trenin gara geldiğini ve Konya’ya devam etmek üzere peronda beklediğini bildiriyordu. Yürüyen merdivenlerin geliş yönü kimilerinin ellerinde valizler kimilerinin sırtlarında çantalar ile hareketlenmeye başlamıştı. Altmış yaşının üzerinde bir hanımefendi, merdivenin sonundaki kapıdan dışarıya çıkınca gördüğü kar yağışı ile içini çekti ve “yah! Çığ altında kaldı yavrucaklar” diyerek sızlandı. Biraz sonra genç bir delikanlı, “ulan bu trump sözde anlaşma yapıp Kudüs’e göz dikiyor ya, şu kar taneleri şahit olsun, Kudüs Müslümandır!” diyordu. Az sonra kırklı yaşlarda bir bey, bir elinde bilgisayar çantası diğer elinde telefonu ile konuşarak geliyordu: “Geldim geldim, çok şükür Eskişehir’deyim. Size de çok geçmiş olsun, verilmiş sadakanız varmış. 3 kişi ölmüş sanırım, değil mi? Sakin ol, Allah beterinden korusun, böylece geçmiş olsun tekrar.” diye belli ki birkaç gün önce havalimanında şiddetli fırtına nedeniyle pistten çıkarak üç parçaya bölünüp hurdaya dönen uçakta kazayı hafifçe atlatan bir dostunu teselli ediyordu.
Misafiri de merdivenin başında göründü.
“Hoş geldin”
“Hoş bulduk”
“Nasıldı yolculuk?”
“Çok şükür, güzeldi. Hele Alifuatpaşa civarı, tam bir film gibiydi. Hatta kulaklık da kulağımda olunca, epeydir böyle bir terapiye ihtiyacım olduğunu hissettim” dedi.
Gar’dan çıktılar. Yürüyerek Odunpazarı’na gitmeyi düşünseler de kar yağışı ve kuvvetli ayaza direnemediler. Gönüllerine sebepsiz ve tanımı zor bir “kimsesizlik, evsizlik, vatan görevi, nöbet” gibi sızılar düştü birbirinden bağımsız. En yakın tramvay durağından “Otogar” yönüne giden tramvaya bindiler. Hem böylece Atatürk Lisesi önünde inerek şöyle bir süzeceklerdi elli yıl öncesinden kalma öğrenci kahkahalarını… Odunpazarı’na geldiklerinde, kar ile birlikte tarih adeta dansa durmuş ve asırlar öncesinden bir nida ile tefekküre davet ediyordu… Mal Hatun Parkı’nın yanından yukarıya doğru yürüyeceklerdi. Malıçlılar Derneği ile Atlıhan’ın olduğu yöne doğru süzüldüler. Meydanın ortasında şöyle durdular, göğe baktılar. Çatılardan savrulan kardan da kendilerini koruyarak tebessüm ettiler. İçlerinden birisi patlattı şiiri: “Biz yine de gülüyorduk…”