Afranur Kısa Memişoğlu yazdı...
Biz gibi olduğumuz veya -mış gibi yaptığımız ilişkiler…
İnsanı en çok tüketen şeylerden biri de; kendini ait hissetmediği ortamlarda, olmadığı biri gibi davranmak zorunda hissetmesidir. Bu bazen “mükemmel bir eş” rolü olur, bazen “kusursuz anne”, bazen iş insanı…
Sosyal hayat beraberinde kişilerden beklenen türlü beklentiler getiriyor. Sanki herkesin her ortama uygun bir kılavuzu var ve açıp okuyorlar bazen yüzümüze yüzümüze. Biz de onların söylediğini mutlak doğru kabul edip, kendi vücudumuzu onların kostümlerine sığdırmaya çalışıyoruz. Peki neden?
Çünkü çoğumuz kabul edilmek istiyoruz. Onaylanmak, beğenilmek, uygun olmak. Eleştirilmekten kaçmak istiyoruz, hakkımızda düşünecekleri gözümüzde bir karikatür balonu gibi beliriveriyor karşımızdakinin aklının tepesinden. Korkuyoruz. Dışlanmak korkulu rüyamız. Cesaret edemiyoruz. Bi’ de kendimizin doğru bildiğine inanmıyoruz. Güvenmiyoruz bariz!
Sonra yavaş yavaş kendimizle arayı bozuyoruz. Bir soğukluk giriyor kendimizle olan ilişkimize, uzaklaşmaya başlıyoruz. Durduk yere öfke patlamaları yaşıyoruz, dönüp kendimize kızıyoruz. Çünkü artık o insanların cümleleri bizim iç sesimiz oldu. Ele geçiriliyoruz.
Oysaki tek bir kelime bu döngüyü kırmaya yetiyor; hayır.
Ben bu kostümün renklerini sevmedim, tarzım değil, bana uymuyor, istersen sen giy bunu. Ben kendim için yeterliysem, başkaları tarafından onaylanmaya ihtiyacım olmaz. Önce iç sesimi değiştirmeye ihtiyacım var. Kendime sık sık seni böyle seviyorum, elinden geleni yaptın demem lazım. Sonra karşımdakinin sözlerinin kendi hikayesinden geldiğini bi’ sindirmem gerekecek. Bu onun dünyası, onun geçmiş travmaları. Benimle ilgili değil. Sonra bi’ de ben kendime güvenmeliyim. Kendim için neyin doğru olduğunu bilebilirim, şimdiye kadar bu yaşa nasıl geldim? Kendimle. Yine devam edebilirim. Başkasının hakkımdaki düşüncesini okumaya ihtiyacım yok. Bu -mış gibiler beni asıl keşfetmem yerden uzaklaştırıyor anlayacağınız; kendimden.