Marka Yönetim danışmanlığı yaptığım firmalarda birçok yöneticinin yeni nesil ekip kurmak ve yönetmek ile ilgili her geçen gün daha da zorlandıklarını görüyorum. Bu alanda kendini geliştirmek için fazlasıyla okumalar yapan, yazan, çizen bir profesyonel olarak; ayrıca üniversite öğrencilik yılları sadece on, on beş yıl önce olan genç bir iş kadını olmama rağmen, şu an yeni mezunlar ile empati kurmakta ben de zorlandığımı itiraf etmeliyim. Ellerinde olan imkanları anlayamamaları ve bizlerin de onlara bizim zamanımızda internet bile yoktular ile başlayan cümlelerimiz artık hiçbir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Her geçen gün mutsuz ve umutsuz genç topluluğu büyüyor. Bu arada her gün sayısı artan sadece işi olmayan üniversite mezunu gençlerden bahsetmiyorum, işi olup mutsuz olan verimsiz genç sayısı da maalesef her geçen gün artıyor.

Peki bunun altında yatan sebepler ne ve biz ne yapabiliriz biraz sizleri bu konuda düşünmeye sevk etmek isterim. Eminim her birimizin kendi tecrübelerinden yola çıkarak aktarabileceği problem ve bu problemlere dair çözümler fazlasıyla çoktur. Ancak ben biraz da 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın anlam ve önemini göz önüne alarak, sonrasında tarihimizde yaşanan diğer zaferlerin değerlerinden yola çıkarak size farklı bir perspektif sunmak istiyorum.

Eylül ayı ile beraber ülkemizin tarihinde birçok değişikliklerin olduğu önemli günler art arda geliyor ve bizler pazarlama profesyonelleri olarak ne kadar markalarımızın kültüründe bunu yaşatabiliyoruz? Sosyal medyada paylaşılan iki Atatürk fotoğrafı, bir Türk Bayrağı ile görevimizi yapmış oluyor muyuz? Evimizde, ailemizde, mahallemizde, yeni yetişen ve bizlerinde yetişmesine katkı sağladığımız çocuklarımıza ülkesine sahip çıkmanın ne demek olduğunu ne kadar anlatabiliyoruz? Ülkemize sahip çıkmak sadece er meydanında, topla tüfekle mi oluyor dersiniz? Sadece askerimiz, polisimiz görev başında mı ülkesini korur, biz de şehitlerimize üç Kulhüvellâhü bir Elham duası okuyarak mı vicdanlarımızı rahatlatabiliriz?

Bu liste böyle akar gider. Artık sokaktaki hayvanımıza sahip çıkmak olmamalı derdimiz, kadına şiddeti konuşmamalıyız, çevremizi korumak için parklarda bahçelerde çekirdek çitleyenlerle ağız dalaşına girmemeliyiz, evlerde çöplerimizi ayrıştırabilmeli, akıllı şehirlere dönüşmeliyiz. Gelir seviyesindeki uçurum gibi kültür seviyeleri arasında oluşan uçurumları da dikkate almalı ve hala eskiden bugüne gelmiş toplumun hassas noktalarına oynanan oyunlar ve gündem değiştirme çabaları ile algı yönetimine hayatlarımızı kurban etmemeliyiz, piyon olmamalıyız. Hepimiz dost sohbetlerinde bol keseden atıp vatanı kurtarmıyor muyuz? X kişisi A partisini suçluyor, Y kişisi B partisini. İşveren her zaman en kötü, memurlar her daim en zor durumda, işçi hep alacaklı. Kolektif bilincimiz hep mi olumsuza odaklı? Bu çerçevede yetişen yeni nesil ne kadar bir arada olma bilinci ile yanıp tutuşabilir, onlara sunduğumuz sistem ne kadar yararlı olabilir? Değişim önce kendi içimizde başlıyor ve siz bu değişime hazır mısınız? Toplum bilincimiz geçmişe nazaran ne kadar hasar aldı dersiniz? İşe buradan başlamak gerekse siz ne yapardınız?

Zafer, ‘zafer benimdir’ diyebilenindir. Mustafa Kemal Atatürk… Bu kısa metinde ben size toplum bilincimize etki eden ve önemli olduğunu düşündüğüm unsurlardan birine dikkat çekerek bir çözüm sunmak istiyorum. Ulusal bayramlarımızda ailelerin ve çocukların bir araya gelerek millet olma bilincini yaşadığını düşünüyorum. Yeniden ulusal bayramlarımızın okullarda, sokaklarda, stadyumlarda bu milli bilinç ile kutlanması gerektiğine inanıyorum. İşveren, fabrika sahibi bunu adam saat başından kayıp olarak görmemeli, aileler çocuklarının gösterisini kendilerine yük etmemeli, devlet ulusal bayramlarımızı üstlenmeli ve üstlendirmeli. Eğer gerçek kurtuluş destanımıza sahip çıkmazsak, kendimize yeni destanlar inşa etmek zorunda kalırız. Bu da bölünmüş toplumlar ortaya çıkartır. Bir çocukluğunuzu düşünün; belki öncesinde güneşin altında çalışmalar yaparken oflayıp püflüyorduk ama gösteri günü geldiğinde o tek tip kıyafetlerle ailenizin sizi izlediği hatta tüm şehrin sizi izlediği, şehrin önde gelenlerince alkışlandığınız zaman yaşadığınız heyecan ve gurur bugününüze hangi duygularla yansıyor? Emeğinizin karşılığını alma hazzı, küçücük yaşta yaşanan bir bütünün parçası olma duygusu çok ama çok önemli değil mi? Tarih derslerinde anlatılanlar mı size vatan bilincini daha iyi aşılıyor, kürsüde arkadaşınız tarafından okunan Atatürk’ün Nutuk’undan satırlar mı?

Emek vermeden almaya alışmış bir nesil nasıl yetişkinliğe ulaştığında sizin emeğinizi anlayabilir ki?

"Günümüzün çocukları lüksü seviyor. Kötü davranışları var, otoriteye başkaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine lak lak etmeyi seviyorlar."

Sokrates

Her bir yeni nesil bir öncekine göre yüz yıllardır aynı sorunsalla eleştirilmektedir. Oturduğumuz yerlerden baktığımızda bir önceki döneme göre daha fazla tüketim alışkanlığına sahip kıymet bilmez gençlerle bir arada olduğumuzu düşünürüz çünkü biz daha kötü şartlarda çalışmışızdır. Aslında bu bir döngüdür bizim büyüklerimiz de bizden daha zor şartlarda çalıştı ve bize bazı imkanlar sundular. Atalarımız yoktan var ettiği bir vatanı yeniden refah seviyesine taşıdı. Bugün biz bu çerçevede ne yapıyoruz o halde? Paranın amaç olmadığı araç olduğu bir sosyal yaşamı etrafımızdaki yeni nesil için sunabiliyor muyuz?

Ya da kaçımız için para yaşam amacı olmaktan çıkmış durumda, parayı yaşam aracı olarak kullanabiliyor muyuz?

Yaklaşık 4 yıldır liseler ve üniversiteler olmak üzere hem proje bazlı olarak girişimcilik nezdinde gönüllü çalışmalarda bulunan hem de gençlerin tecrübe edinmesine yol olmak için şirketimde stajyer çalıştırmaya çalışan bir iş kadınıyım. Ancak dikkat edin stajyer çalıştırmaya çalışan diyorum çünkü gerçekten ne istediğini arayan, kendini bulmak için gönülden çalışmak isteyen genç bulmak inanılmaz zorlaştı. Toplumumuzun finansal okuryazarlık seviyesi çok düşük. Devletin işverenin üstüne yüklediği yükleri çalışanın görmesi gerekiyor. Risk maliyeti çok büyük stres yaratıyor. Sıfırdan çalışan yetiştirmenin inanılmaz bir zaman maliyeti var işveren üzerinde. Bunu gelene anlatmak bizim borcumuz. Anlayabilen kalır, anlayamayan gider. Ben bir iş veren olarak bana denk gelen gençlere aklım erdiğince, dilim döndüğünce, tecrübelerim ve imkanlarım el verdiğince elimden geleni yapıyorum.

Artık negatiften beslenmeyi bırakıp, sadece muhalifet yapmak için muhalif olmaktan vaz geçip gerçekten çözüm odaklı değer üretmeye odaklanmalıyız. Maddi manevi gücü büyük olan bir küçüğüne yol açmayı bilmeli. İşverenler olarak iş yaparken birbirimize destek olmalıyız. Aynı zamanda çalışanımıza da yoldaş olmalıyız. Birbirimize yoldaş olduğumuzu fark etmeli ve fark ettirmeliyiz. Yoksa kalifiye gençlerimizi bir bir kaybedeceğiz. Kimisini yurt dışına kalifiyesiz iş gücüne kaptıracağız, ülkede kalanları da nefret söylemlerinin içinde boğulmaya mahkûm edeceğiz. Adeta bataklığa saplanmış bir fil gibi debelenip durmaktan vazgeçip aynı fikirde olan insanlarla değer üretmeliyiz. Çalışanlarımızla ast-üst ilişkisi kurmak yerine mentör - menti sistemleri geliştirmeliyiz. Kurumsal yapılarda başta sermayedarlara sonra da insan kaynakları departmanlarına çok büyük bu alanda iş düşerken, mikro ölçekli yapılarda da işletme sahiplerine iş düşmektedir. Belirli tecrübeye sahip kişiler olarak gerek işveren olalım gerek çeşitli kurumlarda yönetici kendimizi bu minimalde geliştirmeliyiz. Aynı şekilde gençlerimizin de işveren ne bekler, ben kurum içinde sorumluluk nasıl alabilirim gibi soruları kendine soruyor olması gerekiyor. Bu bir alma-verme dengesi. İnsanları sadece para için çalıştıran bir sistem inşa edersek istediğimiz gelişimi sağlayamayız. Verimlilik elde edemeyiz. İletişim odağında hem işveren için hem çalışan için hep bana zihniyetinden uzak paylaşmacı bir şekilde iş üretmeliyiz. Yaşadığımız zor günleri bu millet bilinci ile ayrışmadan ötekileşmeden bir arada kalarak en kısa sürede aşabileceğimize karşı umudumu ben içimde her geçen gün büyüterek taşıyorum. Siz de bana katılır mısınız? Ülkemizi geleceğe Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonuyla taşımak için beraber çalışalım mı?