Feride Turan yazdı...
“Neden mahvolmasın. Elbette mahvolacak. Aklına gelen, her kesesine güvenen…” diye devam ediyor. Bu başlık ve bu sözler 1911’de bir Osmanlı gazetesinden… Öyle bir yazıyla da sınırlı kalınmadığı, tarım arazilerinin godamanlar eliyle nasıl mahvedildiği; ibret olsun diye yazı dizileriyle uzun uzun anlatılmış üstelik. Zaten söz konusu “Hakikat Anadolu Sesleri” adlı gazete “acı acı Anadolu seslerinin”, Anadolu’nun acı hakikatinin Eskişehir’den yükselen çığlığı olmak gayesiyle kurulmuş. Gazetenin bir dönem yazı işleri müdürlüğünü yapan dava vekili Takiyüddin Efendi; kamu yararına davaların ve fukarasından ücret almadığı halkının avukatı, korkusuz bir gazeteci, akabinde ise bir dönem şehrin Belediye Başkan Yardımcısıdır. Onun hukuk mücadelesi hakkında ilk akademik çalışmayı 8. Uluslararası Hukuk Kongresi’ne öğrencilerimle sunmuştuk ve kapsamlı bulgulara ulaştığımız çalışmamızın tam metni kesintisiz olarak kongre kitabında yayınlanmıştı. Takiyüddin Efendi garibanın hakkını savunduğu bir haber nedeniyle mahkemede yargılanırken kendini şöyle savunuyor: “Hak ve hakikati müdafaa emrinde pîş-i azmimize (azmimizin önüne) çıkacak hiçbir kuvvetten korkumuz yoktur, mahkûm kalırız, hatta ölürüz, lakin hak ve hakikatten asla vazgeçmeyiz.”
Gerçekten de hak ve hakikati savunmada önlerine çıkan hiçbir güçten korkmayıp bu uğurda en ağır bedelleri ödemeye hazırdılar. Onlar godamanın değil garibanın sesi oldular. Gazetenin yayın çizgisi takip edildiğinde de kamu yararına bir yol takip ettiği, özellikle istismar edilmiş kadın ve çocuklar, yoksullar gibi dezavantajlı grupların; öz vatanında garip kalan ve istihdam edilmeyen Türk gençliğinin sesi olduğu görülmektedir. İşte 1911’de tarım arazilerini mahveden nüfuzlu bir aileyi karşısına alması da gazete için esasında olağan bir durumdur.
“Bu ova kadar münbit arazi az bulunur.” diyor gazete Eskişehir için. Lakin bu verimli ovaya doğal afetten daha çok zarar verenler vardır Hakikat’e göre. Eskişehir’in ileri gelenlerinden bir aile, şahsi menfaatleri sebebiyle Porsuk nehrinin mecrasına bentler kuruyor, suyun sığmaması ve etrafa taşması yüzünden hem şehrin diğer çiftçilerinin ürünleri ve bütün ova harap oluyor hem de su basan yerler büyük bir bataklığa dönüşerek tarımı uzun vadeli felce uğratıyor. Bu da yetmezmiş gibi birçok hastalığa neden olan bataklık, halk sağlığını da tehdit ediyor. “Arazinin üzerinde yaşayan zavallı rençberlerin bütün emekleri, bütün sermayeleri hep boşa gidiyor.” diye dert yanıyor gazete. Ama servetine servet katanların umurunda değildir. Gazetenin deyişiyle “yüz bin kişinin hayatı pahasına üç beş kişi” menfaatleniyor kısacası. Üç beş kişiden gayrısının Allah yardımcısı olsun! Zira “Su bir parçacık kabardı mı derhal ovaya yayılıyor; nadas tarlaları sazlık hâline getiriyor, ekilmiş tarlaların ekinleri mahvolduktan başka gelecek sene için hazırlanmış nadasların da hayrı kalmıyor.” Gazetenin bildirdiğine göre “iki üç senedir her sene için hemen de dokuz on pare köyün otuz kırk bin dönüm nadasları hatta ekilmiş ekinleri bile mahvoluyor.”
“Eskişehir Ovası Batıyor!” başlıklı ayrı bir yazı dizisinde ise bentler nedeniyle en büyük zarara uğrayan bir köyden bahsediliyor. Köyün adı “Şefkatiye”dir. Yazarın “sergüzeşt-i hazin” dediği bu hüzünlü hikâyede köy, iskân edileli beri bataklıktan ve bataklığın neden olduğu sıtmadan muzdariptir. Hatta 90 haneli köyde birçok senedir bir tek çocuğun dahi hayatta kalamadığına, tüm çocukların yaşamını yitirdiğine dikkat çekilen yazıda “Bundan daha da garibini söyleyelim: Bu köylüler cenazelerini defnedecek yer bulamıyorlar! Evet! Bulamıyorlar çünkü her taraftan su çıkıyor, her taraf bataklık.” ifadeleri, içler acısı durumu gözler önüne seriyor. Köyün bütün arazilerinde bir dönüm dahi ekin yok. Bu şartlar altında köyün kaldırılacağı yani taşınacağı konuşuluyor. Lakin çözüm böyle mi olmalıdır, sorusunun en doğru cevabını geçmişten günümüze samimi bir selam olarak tarihe bırakıyor yazar: “Haydi köyü kaldırdık. Tarlaları ne yapacağız? Onları da mı kaldırıp bir başka tarafa nakledeceğiz? Tarlası hasardan kurtarılmadıktan sonra o köylü kurtulmuş mu sayılır? Arazisi olmadıktan sonra orada köyün ne lüzumu var! Hükûmet bir şey düşünecekse bu köylülerin hayatlarını mahvedip duran şu bent dedikleri belaları kaldırmaya baksın yoksa böyle tedbirlerden hiçbir fayda hasıl olmaz!” (Söz konusu köy bugün Alpu ilçesine bağlı bir mahalle. Köye “Esence” ve “Yellice” de deniyor.)
Eskişehir’de tarım arazileri mahvolurken Hakikat gazetesi “tarih tekerrür eder” sözünü hatırlatırcasına geçmiş yıllardan benzer bir olayı da Eskişehirlilere “ibret alınsın” diye hatırlatır ve der ki: “Alpu köyü iki yüz elli, üç yüz hanelik bir karyedir ve bu civarın en eski köyüdür. Hemen de Eskişehir’le yaşıt gibidir. Bir vakitler orada zengin ağalar varmış, Eskişehirlilerle boy ölçüşebilirlermiş.” Şimdi ise (yani 1911 yılında) “büyük küçüklü üç yüze yakın karyesi” bulunan Eskişehir’de “Alpu’dan daha fakirini, ondan daha acıklısını, daha harabını bulamazsınız… Hâlbuki evvelce bu köy daha parlaktı. Çünkü arazisi umumundan daha münbittir.”
Peki, ne oldu da arazisi bütün köylerden daha verimli olan Alpu, 1911’de bu hâle düştü? Yazar, şehrin nüfuzlu bir ailesini hedef göstererek Alpu’da söz konusu ailenin kendi çiftliğini kurma planlarından bahseder. Planın bir parçası, daha doğrusu ilk aşaması da inşa ettirdikleri değirmendir. Böylelikle “Hiç akıntı yokken bir yahut bir buçuk metre kadar suyu şişirmek suretiyle bir akıntı peyda ettiler. Bu suretle suyun mecrası tıkanmış ve nehir en az zamanda bile ana yatağına güçlükle sığabilecek bir hâle gelmiş oldu. Azıcık da fazlalaştı mı derhal Alpu köylünün bütün tarlalarına yayılıyor ve tekmil mezruatı (bütün ekinleri) mahvediyor.”
Gazetenin iddiasına göre söz konusu aile, Alpu’yu “umumiyetle dağıtmak ve orasını bir çiftlik hâline getirmek” istemektedir. Tabi kendi çiftliği olacak, devletin değil! Yazarın anlattığına göre “zavallı köylüler, bu müthiş ejderin ağzına düşmemek için pek çok çalıştılar.” Ancak nüfuzunu kullanan bu aile efradı “köylünün umumunu beşer onar hapse tıktırıp aman getirinceye kadar hepsini de hapiste yatırdı! Köylünün birçok değerli arazilerini ellerinden aldı. Bununla da kanaat etmedi, kendilerine sağlam bir darbe vurmak için maişetlerini ta kökünden kurutmak tedbiri kurdu. O maksatla bu bendi vücuda getirdi. Bendin yapıldığı günden beri köylüler katiyen hasılat alamıyorlar, her ne ekiyorlarsa mahvolup gidiyor. Sürdükleri tarlalar bataklık hâlini alarak emekleri de heba oluyor. Böylelikle ebediyen açlığa mahkûm kalıyorlar.” Bu felaketi yaşayan Alpulular son çare olarak zamanın “Maliye ve İçişleri” Bakanları olan “Cavid ve Talat Beylerin yollarını çevirdiler, dert yandılar, kendilerinden bir nefes dilendilerdi. Onun da hayrını göremediler. Artık mizân-ı ahirette hesaplaşmak üzere tekmil hukuk ve hayatlarını şimdi ihmal ederek dervişane bir tevekkül ile mevte muntazırdırlar.”
Bir asırdan da daha evvel yazılmış bu satırları okurken kiminin servet yığmak için insanlara ve toprağa zarar vermesi, kiminin ise dünyada adalet arayıp bulamayınca ahirette hesaplaşmak üzere dervişane bir tevekkülle ölümü beklemesi “dervişane bir tevekkül”le yazılmış şu dizeleri hatırıma düşürdü:
“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
‘Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler”
Şiirin manasından da bahsetmemiz gerekecek. İlk dizeden başlayalım. Zer, altın; sîm gümüş demek. “Hâce” esasında burada din adamı olan “hoca” değil, “tüccar” yani günümüzdeki deyimle iş insanıdır. Hatta şiirden yola çıkarak altın-gümüş ticareti yapan ya da altın gümüş hesabıyla büyük çaplı bir servetin sahibi kişi diyebiliriz. “Yevme lâ yenfeu” ise Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ifadedir. “O gün fayda vermez” anlamında. Bu ifade ile “kalb-i selim” tamlaması, Şuara Suresi’nde geçmektedir. Yığılan servetlerin, altın-gümüşlerin, hiçbir şeyin fayda vermeyeceği bir hesap gününde bizi kurtaracak yegâne şeyin “kalb-i selim” olduğundan bahsedilir burada. Temiz kalpli, temiz yürekli olmak esasında dünyada da paranın satın alamayacağı şeylerden.
Gazetedeki yazıya dönecek olursak yazar “Alpuluların şu felaketinden sair köylülerin” ibret alması gerektiğini söyler ve yazısını şöyle tamamlar:
“Şu satırlar, gözümüzün önünde inleye inleye mahvolup giden üç yüz hanelik bir Türk köyüne karşı bir mersiyeden başka hiçbir şey değildir. Üç yüz hanelik bir Türk köyünü taun, veba, seylab (sel), fırtına, Bulgar çetesi, Çakırca böyle kökünden kazıyamazdı! İşte bir mütegallibe (zorba takımı) bütün bu afetlere rahmet okutacak derecede köyü mahvedebildi! İbret! Ve hazer!..” Yani yazar hâlihazırdaki trajik durum karşısında yazdıklarının ancak bir mersiye yani “ölen bir kişinin ardından yazılan” eserden farksız olduğunu dile getirmiş. Zira yok olan sadece tarım değil, Türk köylüsü ve köy hayatıdır. Bu zararı memlekete ne afetler ne de düşmanlar veremezdi, diyor. “İbret” için tarihe not düşüyor ve “hazer” yani sakın, diyor. Sakın!
Söz konusu gazeteden Eskişehir’in sadece bir köyünün direndiğini, daha doğrusu godamanları köye sokmadığını öğreniyoruz. “Eskişehir’e bir saat kadar mesafesi bulunan bu köyü Avrupa bile tanır!” der hatta yazar. Çünkü gayet iyi arpa yetiştirirlermiş. Sefalet, zaruret bu köye hiç uğramamıştır. Acaba hangi köy diye merak ederken “Muttalip” olduğunu öğreniyorum. Günümüzde Tepebaşı ilçesine bağlı bir mahalledir. Yazarın “dini bütün Müslüman olarak” tanımladığı Muttalipliler, köye dışarıdan girmeye çalışan nüfuzlu kimselere en başından “katiyen” fırsat vermemişler. “Âh tekmil köylüler aynı sûretle hareket etmiş olsaydılar!..” diye iç çeker yazar.
Sonuç olarak “Yazmak bizden; ölmek, mutazarrır olmak (zarar görmek) ahaliden; hiç aldırmamak da bent sahipleriyle hükûmetten!” çıkışıyla sorumlu gazeteciliğin gereğini yapan gazete; üzerine düşen tarihî sorumluluğu yerine getirmiştir. Sonra ne mi olmuş? Bir müddet güç baskın gelmiş. Lakin son tahlilde; geriye ne tarım arazilerinin yok oluşuna tepki göstererek “yazmak bizden” diyen “Hakikat-Anadolu Sesleri” gazetesi ne tarım arazilerini mahvedenler ne buna seyirci kalan hükûmet ne de dünyada adalet arayıp bulamayınca “dervişane bir tevekkül”le ölümü bekleyen köylüler kaldı. Hepsi toprak oldu, hesapları da “Yevme lâ yenfeu”ya kaldı. Şu fani dünyada geriye ise üstü altından değerli, bozkırın ortasında bir vaha olan Eskişehir miras kaldı şehrin evlatlarına. Cumhuriyet’le birlikte makus talihini yenen Eskişehir; tarımdan sanayiye gerek Türkiye üretimindeki payı ile gerekse uluslararası ölçekte rekabet edebilir vizyonu ile Anadolu’nun yıldızı bir şehirdir artık.
Hakikat gazetesinin ileri bir vizyonla tarım arazilerinin korunması hususunda kuş gibi çırpınması, günümüze de bir gazetecilik dersidir. Zira tarım arazisi; kıymeti, önemi gittikçe artan millî bir servettir. Yüzölçümü Türkiye’den az ülkelerin dahi tarımda geldikleri ileri nokta; bunun en önemli göstergelerindendir. Ülkemiz ise bereketli ve geniş toprakları, konumu, iklimi ile tarım için çok elverişli bir coğrafyada bulunuyor. Bundandır ki devletimizin üst politika belgeleri, tarım arazisinde tarım yapılmasını esas almıştır. En başta Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından yayınlanan ve 2024-2028 yıllarını kapsayan ON İKİNCİ KALKINMA PLANI’nda “Tarım arazilerinin korunması, sürdürülebilir kullanımı ve etkin yönetimi sağlanacaktır.” denmektedir. Yine 2022/7 sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi doğrultusunda hazırlanan 2024-2028 Bursa Eskişehir Bilecik Bölge Planı’nda Eskişehir’in 11 ilçesi; “Tarımsal Gelişme Odakları” olarak belirlenmiştir. Gelin görün ki devletimizin üst politika belgeleri; tarım arazisi başka maksatlarla kullanılmayacak derken, tarımın göz bebeği Eskişehir’de maden ocağı açılacağı haberleriyle sarsıldık. Üstelik maden ocağının yapılacağı arazi Orta Sakarya Havzası’nda yer almaktadır ve yalnızca 4 kilometre ötesinde Sakarya Nehri akmaktadır. Hani Üstad Necip Fazıl’ın “sâf çocuğu, mâsum Anadolu’nun” dediği Sakarya. Öyledir de… Maden ocağı yapılacak arazide dört mevsim narenciye dâhil çok çeşitli sebze ve meyvenin yetiştiği ise herkesçe bilinen bir gerçektir. Burası bozkırın Çukurova’sıdır. Burası, Türkiye’nin mikroklima özelliği gösteren ender bir bölgesidir. Altın-gümüşle ülke ekonomisine katkı olacak deniyor lakin hiçbir servet, tarımın üstünde değildir. Eskişehir’in verimli toprakları, ülke ekonomisine zaten önemli bir katkı sunuyor. Ayrıca dünyanın geleceğinde insanların karşı karşıya kalacağı ana sorunların çözümünün merkezinde “gıda” olacaktır. Bu bağlamda tarım-hayvancılık bir ülkenin bekası için hayati önem arz etmektedir. Maden ocağının getireceği çevresel risklere girmiyorum bile, işi uzmanlarına havale ediyorum. Son sözü de “Sakarya Türküsü”nün şairine bırakıyorum:
“Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”
(Fotoğraf Kaynak:Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkentliği Yayını II. Abdülhamit Döneminden Eskimeyen Fotoğraflarla Eskişehir)