Marşın beni en heyecanlandıran dizesini yazımın başlığına taşımıştım. 100. Yıl’ın ayak sesleri olan bu Marş, Eskişehir’de öğretmenlik yapmış, eğitim ve sanat camiasının sevip saydığı Lütfü Kılıç’a ait. Cumhuriyet’imizin 98. yıl dönümüne özel yazdığı marşı sosyal medya hesabı üzerinden paylaştığı gün okumuş, okur okumaz Marş üzerine bir yazı kaleme almıştım.

Hatta ertesi gün 30 Ekim 2021’de yayınlamıştı. Ancak yazının bulunduğu site yayından kaldırılınca “söz uçar, yazı kalır” hesabı, sözümüz de uçmuştu. İnternet yayıncılığında zaman zaman yaşadığım bir durum. Site ya yayından kaldırılır ya el değiştirince yazınız kaldırılır; çok sonra fark edersiniz. Bu noktada Eskişehir.Net’in hakkını teslim etmek gerekir. Bir süre ara vermeme rağmen yazılarım yerli yerinde durdu, kaldığım yerden devam edebildim. Yazıların sitedeki düzenlemesi hakkındaki müşkülpesentliğimi de eklersek yazarın hassasiyetini gözettiğini de yeri gelmişken ekleyelim.

Asıl konuya dönecek olursak ruhumuzu kanatlandıran bu marşı; söz kılıcı keskin bir şairin kaleminden çıkmasından öte, bir eğitimcinin yüreğinin sesi olması dolayısıyla ayrıca önemsiyorum. “Cumhuriyet Marşı” adını taşıyan ve millî ölçümüz “hece”nin 14’lü kalıbıyla yazılan şiirin şekil özelliklerine değil manasına -Cumhuriyet değerleri ve kazanımları ekseninde- bakacağız. Marş’ın başlangıcında evvela Cumhuriyet’in hangi temeller üzerinde yükseldiğine dikkat çekilmiş. Söz sanatlarının cömertçe sergilendiği eseri, -bu yöndeki terimlere girmeden- bölüm bölüm ele alalım:

Alnımızda tarihin parıldayan izi var.

Bahtımızda neslimin bitmeyen gündüzü var.

Yol alırız durmadan medeniyet ufkuna,

Aklımızda Ata’nın unutulmaz sözü var.

Ahenk unsurları bir yana, şiiri okumaya devam etmemi sağlayan ve öykülerde gördüğümüz “düğüm” bölümüne benzer bir şekilde okuyucuyu bir merak ve heyecana sevk eden ifade “Aklımızda Ata’nın unutulmaz sözü var” mısrasındadır. Peki, Ata’nın hangi unutulmaz sözüne işaret edilmektedir? Adım adım dizeleri takip edelim bakalım. “Neslin” aydınlık geçmişine, tarihî derinliğine ilk iki dizede değindikten sonra “medeniyet ufku” anahtarını elimize verir şair. Aç bakalım mana kapısını. (İşte şiirlerin en sevdiğim yönü de budur.) Bu öyle bir kapıdır ki anahtarı tutanın ruh ve düşünce dünyasına göre farklı mana iklimlerine açılır. Zira Ata’mızın “medeniyet ufku”nu çizdiği o kadar sözü vardır ki… Hangilerini biliyorsak “beyin arama motoru” o uzunlukta bir sonuç listesini çıkarır. Esasında Onuncu Yıl Nutku’nda “Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” diyerek en geniş çerçevesiyle bir ufuk çizmiştir Atatürk. Sadece bu sözünün bile layıkıyla anlaşılması hem onu hem de Cumhuriyet’imizin hangi temeller üzerinde yükseldiğini anlamamızı sağlayacaktır, kanaatindeyim. Ancak evvela birbirlerine karşılıklı tesirleri bulunan “kültür” ve “medeniyet” kavramlarına yakından bakalım.

Prof. Dr. Muharrem Ergin Hocamızın, üniversiteler için yazdığı “Türk Dili” ders kitabı; öğretmeye evvela kültür-medeniyet ayrımıyla başlar. Dil, din, sanat, dünya görüşü, örf ve âdetleri içine alan kültür kavramıyla ilgili ilk maddede “Kültür millîdir.” der. Yani kültürün en temel özelliği millî olması… Her milletin kendine özgü kültürü vardır. Demek ki yeryüzünde ne kadar millet varsa o kadar kültür vardır. Kültür unsurlarının bir şuur ve aidiyet duygusu oluşturmasını safha safha anlatıyor hocamız. Tam da bu noktada akıllara şu soru da gelebilir pekâlâ: Kültür zaten millî ise o hâlde -Türk diline hâkimiyetine muazzam Nutuk eserinde hayranlıkla şahitlik ettiğimiz- Atatürk o “unutulmaz söz”ünde “kültür”ün önüne bir de “millî”yi neden eklemiş olabilir? Söz konusu kültürün adını, mahiyetini net bir şekilde ortaya koymak; “millîliği” vurgulamak için, cevabı da sorunun peşi sıra gelebilir öyleyse. Bilinçli bir şekilde aynı vurguyu “Millî Eğitim” ibaresinde de görüyoruz zira. (Diğer taraftan köken itibarıyla kültürün önemli bir parçası durumundaki “inanç birliği”ni kucaklayan “millet” ve “millî” kelimeleri ayrıca üzerinde durulması gereken önemli detaylardır.) Kültürün başka bir özelliği de devamlı ve tarihî oluşu; canlı bir varlık olarak zaman içinde zenginleşse de özünün, mayasının asla değiştirilemeyeceği… Yani o yok olursa millet de yok olur. “Medeniyet” hakkında ise yine hocamızın ifadesiyle “Ferdî bilgilere, ilim ve tekniğe dayanan, konforu ve yaşama imkânlarını hedef alan, millî rengi olmayan faaliyet ve eserlerdir. Kültür duygulardan, medeniyet bilgilerden oluşur. Medeniyetin milliyeti yoktur, aklın ve ilmin doğurduğu bir birikimdir… Kısaca teknolojidir de diyebiliriz.” Diğer taraftan maddi kültürün medeniyetle yakın ilgisi olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Yine kültür, inşa ettiği insan unsuruyla medeniyetin ilerlemesine etki edebilir, medeniyet de kültür değerlerinin şekillenmesinde rol oynayabilir.

Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki Atatürk, “millî kültür”ü en üst noktada konumlandırarak onunla “medeniyet” arasına kırmızı ufuk çizgisini çekmiştir. Onun çizdiği “medeniyet ufku”muzda millî kültürümüzün hâkim olduğu ve çağına her alanda yön verdiği bir hedef söz konusudur. Biz bu hedefe asırlar öncesinden geleceğe doğru gür bir ırmak gibi akan destan hatırasıyla aşinayız hatta. Oğuz Kağan’ın “Güneş bayrak, gökyüzü çadır” şeklinde çizdiği ve çağları aşıp gelmiş bir ufkun “muasır” dünya düzeninde millî kültürümüzü “medeniyet”e hâkim kılmaya dair bir ülküsüdür bu. Diğer taraftan ancak millî ve manevi değerlere bağlı bir lider böyle bir ufuk çizebilir. Atatürk’ün sadece bu sözü bile onun hakkında çok şey anlatır anlamak isteyenlere.  

Günümüzde ise Atatürk’ün bu sözünün zaman zaman yanlış anlaşıldığını; “çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmak”, “teknolojide ileri gitmek” gibi sınırlı bir bakış açısıyla değerlendirildiğini görüyoruz. Mesela Millî Eğitim Bakanlığının Kariyer Sınavı için 2022’de yayınladığı Başöğretmenlik Çalışma Kitabı’nda “Atatürk’ün ortaya koyduğu muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” denilmiş (s. 69). Bu bakış açısıyla bakılsa dahi eksik bir değerlendirmedir. Zira Atatürk “ulaşmaktan değil” “o seviyenin üstüne çıkarmak”tan bahseder. Oysa onun gösterdiği seviyenin üstüne çıkarılması gereken şey, “millî kültürümüz”ün ta kendisidir. Elbette teknolojide ileri gideceğiz, ancak asıl/nihai hedefi tam söyleyelim: Türk kültürü, çağdaş medeniyetin üstüne çıkarılacak; yani yaşadığı her çağda dünyaya şekil ve yön verecektir. (Fakat Heyhat! Türk Dili ve Edebiyatı ders müfredatımız bile seyreltile seyreltile Batı türleri ekseninde.)

Esasında cümleyi ögelerine ayırdığımızda da durum anlaşılır: “Çıkaracağız”, yüklem. / Kim çıkaracak? Biz, özne. / Biz neyi çıkaracağız? Millî kültürümüzü, nesne. / Millî kültürümüzü nereye çıkaracağız? Muasır medeniyet seviyesinin üstüne.

Erdem toplumunu hedefleyen Türk kültürünün dünya düzenini şekillendirmesi, elbette bir gönül medeniyetinin de neşvünema bulması anlamına gelir. Zira yine Muharrem Ergin hocamız, kelimesi kelimesine şöyle der: “Attila’dan Fatih’e, Kül Tigin’den Kanuni’ye, Alp Arslan’dan Atatürk’e, Barbaros’tan Mareşal Çakmak’a, Kaşgarlı Mahmud’dan Mimar Sinan’a, Yusuf Has Hacib’den Uluğ Bey’e, Yunus Emre’den Fuzulî’ye, Evliya Çelebi’den Nasreddin Hoca’ya, Gaspıralı İsmail’den Ziya Gökalp’e, Ali Şîr Nevaî’den Yahya Kemal’e kadar sayısız yüksek insan tipleri Türk kültürünün sinesinden çıkmıştır.”

Millî manevi bütün değerlerimizi kucaklayıp geçmişle bugünü, bugünle geleceği şiirin vatanında buluşturan Lütfü Kılıç marşın ikinci dörtlüğünde ise “birlik” duygusunu pekiştirerek “medeniyet ufkumuz”a götüren en önemli unsuru dillendirmiştir. Bu dizelerde ilerlerken bakışlarımız; ayrı ayrı renk ve şekillerden meydana gelmiş bir mozaiğe değil milleti millet yapan tarih ve gönül bağıyla birlikte herkesin gölgesine sığındığı ay yıldızlı Türk bayrağına çevrilir:

Bütünüz doğu batı, yaşanmış dünümüz bir.

Ay-yıldızlı bayrağın altında günümüz bir.

Ekmeği böldük yedik, acıları paylaştık.

Cenaze ve gözyaşı, toy ve düğünümüz bir.

Lütfü Kılıç’ın kaleminin izini sürdüğümüzde Eskişehir için yazdığı bir şiirinde Türk milletinin “düğün” derken ne kastettiğini satırlara dökülmüş olarak buluruz. İstiklal Marşı’nda “nazlı hilal”e “kurban olmaya” talip bir milletin hislerine Lütfü Kılıç da ses olmak ister:

İnönü’de kurtuluş meşalesi yakan sen,

Gönüllere istiklal ateşi bırakan sen…

Vatana kurban olmak: Türk’e bayram ve düğün;

“İki Eylül” tarihe hürriyet yazdığın gün.

“Medeniyet ufkumuz” uzun bir yol ve yolculuk olduğundan hâliyle içinde “gelecek zamanı” barındırır. Tam da bu noktada -üçüncü dörtlükte- şairin gözleri gençleri arar. Bu uzun yolculukta ise gençliğin ihtiyaç duyacağı tek güç vardır: “Damarlarındaki asil kan”. Tabi bu sözün mana sınırları; kimlik bilincini, tarih şuurunu, ecdaddan devralınan bir mirasa dair sorumluluğu da kapsayacak kadar geniştir:

Yürü Ey Türk Gençliği; daha, daha ileri…

Ufkunu aydınlatan Atatürk ilkeleri.

“Asil kanında mevcut, muhtaç olduğun kudret.”

Senden bunu bekliyor, O’nun büyük eseri.

Şair, Gençliğe Hitabe’yi ve “inkılapçılık” ruhuyla bir dinamizmi de beraberinde getiren Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet’in temel değerlerini gösterirken bir sonraki dörtlükte Cumhuriyet’e tarihî bir perspektifle bakar. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir eğitimci olarak muasır medeniyetin üstüne çıkarılması hedeflenen millî kültürümüzün bazı önemli dinamiklerine değinir ve ruhumuzu kanatlandıran şu dizelerle “muasır medeniyet”e seslenen nefesimiz olur:

Vicdanımız, fikrimiz, irfanımız hür bizim.

Mevlânâ’dan, Yunus’tan yansıyan kültür bizim.

Hacı Bektaş gülbankı, coşturur mehteranı,

Kanat açtık göklere, adımız Türk’tür bizim.

Esasında Türkiye Cumhuriyeti, devlet kurma geleneğine sahip necip bir milletin istiklal aşkının sembolü olmasının yanı sıra aynı zamanda yükseldiği temeller itibarıyla bir gönül medeniyetinin devamıdır. Bize Cumhuriyet’i kazandıran nesil bu gönül medeniyetinin neferleriydi zira. Biz de şair gibi tarihî bir perspektifle baktığımızda Türklüğün tertemiz pınarı Hoca Ahmed Yesevi’nin “Nerde bir gönlü kırık görsen merhem ol!” nasihatiyle “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.” anlayışının aynı noktayı işaret ettiğini görmekteyiz. “Herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit gören”; sadece gönlü kırık, garip ve kimsesizleri önceleyen bu bakış açılarının örtüşmesi ise asla tesadüfi değildir. Keza dörtlüğün hemen ilk mısrasında vurgulanan ve Cumhuriyet’in hedeflediği insan tipinde bulunması istenen “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olmak ise “Haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytandır.” çizgisinde bir vicdan ve irfanın bir gül inceliğindeki fikirle süregelen değerler manzumesinin farklı bir ifadesinden başka şey değildir.

“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller elbette “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” öğretmenler ister. Dikkat edilecek olursa Atatürk öğretmenler için “irfan ordusu” tabirini kullanmıştır. İlim/bilim ordusu değil. Bu da esasında ayrı bir yazı konusudur. Büyük bir hatip olan Atatürk’ün öğretmenlere biçtiği rol, üzerinde durulmayı gerektirir. “İki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu.” der Başöğretmen Atatürk. İrfan ordusunun vazifesini de en veciz şekilde yine o açıklar: “Sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir orduya aitsiniz.” Yani öğretmen, bir nesil inşa eder. Bu da demek oluyor ki öğretmen eğrilirse, öğretmen eğilirse doğruluk bulunmaz hiçbir yerde.

İrfan ordusunun bir mensubu olarak millî manevi heyecanı taze tutan şiirler kaleme alan Lütfü Kılıç ile 2011’de Eskişehir Polis Radyosunda yapımcı ve sunuculuğunu üstlendiğim “Şiirli Sohbetler” programları vesilesiyle tanış olmuştuk. O dönem eserlerini inceleme fırsatı bulduğumdan, şiirlerine Millî Edebiyat zevk ve anlayışını sürdüren bir üslubun hâkim olduğunu söyleyebilirim. Hatta yine Türk dünyası uluslararası dergisi Türktoyu’nda yayınlanmış “Eğriler Eğri İle, Doğrular Doğru İle” başlıklı yazımda, onun Peygamber Efendimize yazdığı “Gül” şiirine değinmiştim. O, “Gül” şiiriyle Resulallah’a olan özlemimizi bir nebze olsun dindirememiş, bilakis Hz. Muhammed (SAV) için yaktığımız aşk ateşini daha da büyütmüştür. Keza Lütfü Kılıç; geniş bir konu yelpazesinde yazdığı şiirlerinde aşkı, sonu hüsran olan sevdayı, geçmişin köze dönmüş acılarını harlar da harlar. Yanık bir türküdür bazen… Bazen de göklere kanat açan bir Türkçeyle doludizgin “koşma”dır. Ama her zaman iyiliğe, güzelliğe, hayra ve barışa dair samimi bir yarıştır. Tıpkı Cumhuriyet Marşı’nın son dörtlüğünde ve her dörtlüğünün sonunda tekrarladığı nakaratında olduğu gibi:

Seksen beş milyon birden kaynayıp taşıyoruz.

Dünya ile iç içe, birlikte yaşıyoruz.

Sevdalıyız barışa, hedefimiz bilgelik;

Top yekûn, doludizgin bilgiye koşuyoruz.

Milletim, -büyük küçük- yükselme telaşında;

Cumhuriyet’im bugün doksan sekiz yaşında.

Ebediyete akan nice yüzyılların olsun Türk istiklali, Türk Cumhuriyeti.