Hüseyin Akçar yazdı...
Kadına karşı şiddet, toplumun en derin yaralarından biri olarak varlığını sürdürüyor. İstanbul’un merkezinde bir kadının başının kesilmesi gibi dehşet verici bir olay, bu yarayı bir kez daha kanatmış ve kadına yönelik şiddetin vardığı korkunç boyutları gözler önüne sermiştir. Her geçen gün bir kadının daha şiddet ya da cinayet haberleriyle gündeme gelmesi, bu sorunun çözümü için daha güçlü ve somut adımların atılması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
Ama nerede o somut adımlar?
Ne yazık ki hükümetin, özellikle Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın, bu konuda uzun zamandır sergilediği tutum, hep aynı söylemlerin tekrarlanması ve etkili çözümler üretmede yetersiz kalınmasıyla dikkat çekiyor. Bu olay, yalnızca bireysel bir vahşet değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, kadının sistematik olarak ötekileştirilmesinin ve şiddetin normalleştirildiği bir kültürel yapının tezahürüdür.
Her kadına yönelik şiddet olayı gündeme geldiğinde, hükümet yetkililerinin ya da bakanın verdiği demeçler neredeyse birbirinin aynısı. “Kadına şiddet kabul edilemez, en ağır cezalar verilecektir” gibi basmakalıp açıklamalar, artık kamuoyunu tatmin etmekten uzak.
Hatta en son gerçekleşen vahşet sonrasında Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Göktaş’ın “Kadına Karşı şiddeti bu coğrafyadan kazıyacağız” şeklindeki basmakalıp söylemi olayın yine diğer olaylardan hiç bir farkının olmadığını bizlere gösterdi. Bir kadının kafası kesilip, yola atılmış. Biz yine aynı söylemleri duyuyoruz. En son noktaya gelmişiz. Ama bizim dilimizde hep aynı kelimeler…
Sorunun büyüklüğü karşısında tekrarlanan bu ezber cümleler, samimi bir çözüm arayışının eksikliğini gözler önüne seriyor. Bu tür açıklamalar, toplumu yatıştırma çabası olarak algılanırken, fiiliyata dökülmeyen bu sözler şiddetin önlenmesine katkı sağlamıyor. Bu söylemler, sorunun sistematik doğasını ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin köklü sebeplerini göz ardı eden geçici yaklaşımlara işaret ediyor.
Hükümetin kadına karşı şiddeti engelleme yönündeki politikalarının yeterince etkili olmaması, kadını koruma mekanizmalarının eksikliğinden ve yargı sisteminin uygulamadaki yetersizliklerinden kaynaklanıyor. Bir yandan caydırıcı cezaların verilmediği örneklerle karşılaşıyor, diğer yandan koruma taleplerinin yeterince karşılanmadığını görüyoruz. Şiddete maruz kalan kadınlar, bazen yetkililere başvurduğunda bile gereken desteği alamıyor, koruma kararları gerektiği gibi uygulanmıyor. Bu durum, şiddetin devam etmesine ve bazen trajik bir şekilde sonlanmasına neden oluyor. Bu açıdan baktığımızda HİÇ KİMSE GÜVENDE OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYOR!
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın açıklamaları genellikle, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini göz ardı eden ve kadını aile içinde tanımlayan bir söylemi tekrarlıyor. Oysa kadına karşı şiddet, yalnızca aile içi bir mesele değil, toplumun tüm kesimlerine yayılmış, köklü bir sorundur. Kadını birey olarak güçlendiren, ekonomik, sosyal ve hukuki açıdan destekleyen politikalar hayata geçirilmelidir.
Kadına karşı şiddetle mücadelede daha cesur ve kapsamlı adımlar atılmadıkça, toplumu yatıştırmaya yönelik bu söylemler yalnızca günü kurtarır ama sorunu çözmez. Gördüğümüz üzere de çözmüyor. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede apar topar alınan bir kararla çıkan hükümetin kadına karşı şiddetle samimi ve etkili bir şekilde mücadele ettiğini söyleyemeyiz. Kısır döngü içerisinde dönüp duran söylemlerden bir an önce kurtulmalıyız. Artık toplumun bu kısır döngüden çıkması ve hükümetin kadınların yaşam hakkını gerçekten güvence altına alan somut politikalar üretmesi gerekiyor.
Kadınlar; yalnızca sözde değil, hayatta ve hukukta da korunmayı hak ediyorlar.