Bugün gündemimizde Korona salgını var, lakin geriye dönüp baktığımızda insanoğlunun salgınlardan yakasını hiç kurtaramadığını görüyoruz. Hatta aynı dönemde 3 salgınla birden karşı karşıya gelmişliğimiz bile varmış. Bir Osmanlı gazetesinin 1911 yılı sayıları salgın haberleriyle doludur mesela. Dönemin gazetecilerinden Mestan İsmail Bey “memleketimizin yerli hastalıkları” şeklinde tanımladığı sıtma ve tifo’ya koleranın da eklendiğini söyler. Salgın hastalıklar artık “üçlü ittifak” kurmuştur Mestan Bey’in ifadesiyle ve o yıl "âfet üstüne âfet" yağmıştır memlekete. Ege’de bir de çekirge istilası gerçekleşmiştir.

Eskişehir’de çıkan “Hakikat-Anadolu Sesleri” gazetesinde koleranın yayılma hikâyesine aşama aşama şahit oluyoruz. Salgın henüz Eskişehir’e gelmeden Sıhhiye Komisyonu’nun toplantı haberinin verildiği 12 Mayıs 1911’den itibaren ölüm vakalarının azaldığı 13 Ekim 1911 tarihine kadar gazetenin 64 sayısını taradım ve konuyla ilgili 90 adet haber ve yazı tespit ettim. Buna göre salgın bir yıl önce İstanbul ve İzmir’de çok can almıştır. 1911'in Mayıs'ında kolera belirtileri Kütahya'da görülse de salgının bu şehirdeki teşhis hikâyesi ilginçtir.

Yakaladığını 24 saat içinde öldüren koleraya Kütahya’daki doktorlar; “mevsim hastalığı” adını takmışlardır. Mestan İsmail Bey; gazetesinde duruma netlik getirmek üzere açık bir mektupla Kütahya Belediye Tabibi’ne sorar. Çünkü isim olarak da belli belirsiz bir ifadedir “mevsim hastalığı”. Belediye Tabibi Mehmed Ziya Bey de gazeteye gönderdiği cevapta korkulacak bir şey olmadığını, halkın boş yere heyecanlandırılmaması gerektiğini belirtir. Hatta sonrasında “suret-i mahsusada” çağrılan Sıhhiye müfettişi de Mehmed Ziya Bey’i doğruluyor. Ancak Mestan İsmail Bey işin peşini bırakmıyor ve doğru teşhis için bir bakteriyolog istiyor. Ardından Kütahya'dan gelen Eskişehir'in iki doktoru da harekete geçiyor ve hastalığın kolera olduğunu söylüyor. Eskişehir "Heyet-i Sıhhiye"si bakteriyoloji tahliline oy birliği ile karar vererek Kütahya mutasarrıflığına kararı bildiriyor. Nihayet İstanbul'dan bakteriyolog Kemal Muhtar Bey gelir ve hastalığın katiyen kolera olduğunu söyler. Bunun üzerine Mestan İsmail Bey şöyle yazar gazetesine: “Mehmed Ziya Bey evvelce bizim şüphe üzerine yazdığımıza kızdı, çıkıştı. Herkesi ne var da kuşkulandırıyorsunuz, dedi. O zaman bizim kadar Ziya Bey de şüphe etseydi şimdiye kadar yapılması iktiza eden (gereken) tedâbir (tedbirler) yapılır, öteye beriye sirâyet ettirilmemeye (bulaştırılmamaya) çalışılırdı. Şimdi ne oldu ve neye benzedi? Bugün Kütahya'yı kemiren bu mel’un hastalığın mikroplarını vagonlarla şuraya buraya sevk ettik. Şimdi bizim Eskişehir'e de gelmediğini ve burada kolera bulaşığı olmadığını kim iddia edebiliyor?”

Haftalarca “mevsim hastalığı”ydı-“kolera"ydı derken salgın, hızla ilerledi ve Mestan İsmail Bey’in korktuğu başımıza geldi. Temmuz başında kolera Eskişehir’e de ulaştı. Çok şükür teşhis yapıldı, artık tedaviye geçilir diye düşünürken gazetenin ilerleyen sayfalarında başka kötü haberler bizi bekliyordu. Eskişehir'e gelir gelmez kolera 2 günde 11 can almıştır. Mestan Bey geçen yıl başkent İstanbul'da en şiddetli döneminde bile koleranın bu kadar can almadığını vurgular ve hatta istatistik verir. Buna göre İstanbul'daki salgında nüfusun 20-25 binine 1 vefat isabet ederken 35 bin kadar nüfusu bulunan şehrimizde ise üç binde bir oranında ölüm söz konusudur.

Peki neden böyle? Soru'nun cevabı bu kadar kısa değildir elbette. Karantina kararı geç alınmıştır ve ciddiyetle uygulanmamaktadır gazeteye göre. Ayrıca karantina şartları hijyenik değildir. Mesela İstanbul'a gidecek Eskişehir yolcularının Mekece istasyonunda 5 gün karantinada bekletileceği kararı alınmıştır ancak orada su yoktur. Yazılardan anlıyoruz ki karantinaya alınan evlerin kapısına sarı bayrak çakılmakta ve kapı önünde bir nöbetçi (kordon nöbetçisi) beklemektedir. Ancak nöbetçiler, bilinçsiz olduğundan evlere giriş çıkışa izin vermektedir. Böylelikle bu tedbir de işe yaramamıştır.

Anadolu'da salgının İstanbul'dan daha vahim sonuçlar doğurmasının önemli nedenlerinden biri de fenni âlet ve ilaçların yetersizliğidir. Eskişehir'de sadece 2 pülverizatör (ilaçlama makinesi) var, "asitfenik" ise eczanelerde kalmamıştır. Kütahya'da ise pülverizatör yoktur, bir tane Üsküdar mutasarrıflığından getirilebilmiştir sonradan. İlaç ve aletler nakliye ücreti bulunamadığı için Bursa'da günlerce beklemiş. Cüzi bir miktar fakat bürokrasinin hantallığından, yazışmalardan dolayı iş uzamış ve o sürede 30 kadar hasta vefat etmiş. Mestan Bey "Beher nüfus kırk paraya feda edildi." demektedir bu olay karşısında. Hükümet daha sonra tahsisat da göndermiştir, doktor da ancak süreç iyi yönetilememiştir. Doktorların görev yerlerinde belirttiği tedbirler yerine getirilmemiştir. Mestan İsmail Bey'in bir çözüm önerisi vardır bu hususta: Bir yerde isyan çıktığında nasıl oraya bir başkumandan gönderiliyorsa kolera saldırısına karşı da bir başdoktor, bütçe, ekipman ve personel verilsin. Yani doktorun yaptırım yetkisi olsun istiyor. Ancak "hükümet ne yapıyor? Bir yere bir doktor gönderiyor. Lakin orada eczane yok, pülverizatör yok. Doktorun lüzum gördüğü tedbirleri yerine getirecek bir "heyet-i belediye" yok. Şimdi insaf edelim. O doktor ne yapar? Bir söyler aldıran olmaz, iki söyler aldıran olmaz, nihayet onun vazifesi sadece Azrail'in bir şahidi makamına düşer" diyerek doktorların, içinde bulunduğu zor şartları resmediyor. Mestan Bey Eskişehir'e yönelik spesifik bir tedbiri en başından söylemiş aslında: “Demiryolu şehri olması bakımından birçok kişinin gelip geçtiği Eskişehir riskli bir bölgedir. Burada 'intan merkezi' kurulmalıdır.” Fakat bu öneri değerlendirilmez.

Kolera salgınında halkın tutumu da iç açıcı değildir. Tedbirsizlik bir yana, halk doktorlara güvenmemektedir. Eskişehir'de "doktorların ilaçla zehirleyip öldürdüğüne" yönelik bir söylenti çıkmıştır üstelik. Mestan İsmail'in "Türklerin meşhur içkisi" diye takdim ettiği sarımsaklı ayranın şifa olacağına inanır Eskişehirliler. Doktora genellikle gitmiyorlar, gidenler de verilen ilaçları içmiyor. Bu hususta Mestan Bey din adamlarını da göreve çağırır. "Hükümet beyannameleriyle reis-i ruhaniler, camilerde, kiliselerde vaaz ve nasihatleriyle doktorlara yardımcı olmalılar." der. Salgın sürecinde maddi ve fennî tedbirlerin dışında dindarâne bir maksatla Ak Cami'de hatm-i şerif okutulmasını doğru bir uygulama olarak görür.

"Kırılıyoruz." diye haykırır Mestan Bey. "Lakin düşman eliyle değil fakat düşmandan beter iki kötü huyla: Cehalet, tembellik!" Nitekim belediye de üzerine düşeni yerine getirmemektedir gazetedeki haberlere bakılırsa. Mestan Bey "Sokaklara kireç dökülmedi. Sokaklar hastalıksız zamanlarda bile tahammül edilemeyecek derecede pis ve murdar!" demektedir. Hele Yeni Mahalle'dekiler, aşağı mahalledekiler daha mağdurdur. "Zavallı Yeni Mahalle halkı" diye içlenir Mestan Bey. Yüksekte olduğu için "Odunbazında hiç değilse yağan yağmurlar, seller belediye vazifesini ifa ediyor, sokakları temizliyor" ama aşağı mahallede böyle bir şey söz konusu değildir. Kuyu suyundan başka içecek yoktur bu mahallede ve maalesef içme suyuna lağım suyu karışmaktadır. Kuyular ve lağımların ayrılması için belediyeye mahalleliler başvurmuşlar. Lakin sonuç alamamışlar.

Eskişehir milletvekillerine de seslenen Mestan İsmail Bey onlara İzmir milletvekillerini örnek gösterir. "Onlar halkın sesini merkezî hükümete duyurdu, mümkün olan tedbirleri yerine getirdiler" der ve Anadolu halkının kimsesizliğinden yakınır.

Eleştirilerden en büyük payı hükümet alır. Muhalif bir gazete olarak en sert dille muhalifliğin hakkını verir "Hakikat-Anadolu Sesleri". Hatta bir yazısında bununla ilgili olarak şöyle der: "Amerika'da bir ticaret evi işitiyoruz; mektup yazıyoruz, cevap alıyoruz. Lakin İstanbul'da falan Bakanlık var diyorlar, bütün milletçe bağrışıyoruz; çağrışıyoruz; katiyen sesi çıkmıyor! Varlığına nasıl inanalım!"

Mestan İsmail Bey yine de hep seslenir:

"Ey bu milletin mukadderatından mesul olanlar!"

"Artık yetişiversin, aldanmak, aldatmak, oyalamak, oyalanmak politikasından Allah aşkına vazgeçiniz!"

"Anadolu yanıyor. Zaruret, sefalet, haksızlık buraları baştan başa kavuruyor."