Peki, o zaman ölmek ne anlama gelir?

Edward Norton’un başrolde olduğu Sihirbaz (The Illusionist) filminde, seyircilerine sahneden şöyle seslenir sihirbaz: “Geceye ruh konusunda konuşarak başlayabileceğimizi düşündüm. Bütün büyük dinler ruhun dayanıklılığından, ölümsüzlüğünden bahseder. Peki, o zaman ölmek ne anlama gelir?” Filmin başlarında yöneltilen bu soru sanki seyirciye unutturulmak istenmiyor gibi film boyunca ölümle birkaç kez daha yüzleşiyor izleyenler. Son ana kadar nefes kesen dahiyane kurgusu ve entrik unsurlarla örülü “The Illusionist”, beklenmedik bir sonla bitiyor. Sınıf farkının acımasızca sürdüğü dünyanın hâlipürmelalini anlatan filmde; bir marangozun oğlu ve bir düşes’in aşkı ele alınıyor. Sevdiğini geri almak için 15 yıl sonra Viyana’ya, doğduğu topraklara, “Sihirbaz Eisenheim” namıyla geri dönen âşık; bir illüzyonla sevdiği kadını öldürülmüş gibi göstermek zorundadır bu yüzden. Böyle bir dünya düzeninde oyununu zekice kurmak ve hünerle sergilemek mecburiyetindedir. Statükocu dünyanın nazarında bir düşes ile bir marangozun ancak ölünce kavuşabileceğini bilir çünkü.

Ölüm her manada statüleri eşitler. Ama illa ki yerin altında… “Bir dikili taşı bile olmayan” ile “olan” arasındaki fark, yerin altında eşitlenir. Geride kalanlara ve geleceğe ibrettir mezarlıklar. İnsanlık -en azından mezarlara- ibret nazarıyla bakabilse, dünya daha yaşanılır yer olurdu muhakkak. İşte ecdadımız dünyayı daha yaşanılır kılmak için -ibret nazarıyla- hayatın son durağı olan mezarlıkları şehirle, hayatla iç içe inşa etmiştir. Dünyanın faniliğini hatırlatan mezarların “ibretlik” yönünden başka özellikleri de vardır.

Şehrin tapu belgeleri olarak mezarlıklar

Bir şehri tanımak istiyorsak mezarlıklarına ve özellikle tarihî mezar taşlarına daha dikkatli bakmalıyız. Çünkü suskun görünen bu taşlar; aslında şehir tarihine, kültürüne, önceden yaşayan sakinlerine dair çok şey anlatır. Ölümün soğuk yüzünü yansıtan mermer mezar taşları, üzerindeki bilgilerle şehrin tapu belgeleridir ve bir zamanlar şehrin sakinlerinin geleceğe bıraktıkları mesajları da taşırlar. Günümüzdeki mezar taşlarında asla görmediğimiz bir özelliktir bu. Doğum-ölüm yılı gibi künye bilgilerinin dışında her motifinin başka bir anlam ifade ettiği tarihî mezar taşları üzerinde şiirler de kazılıdır. Yazıldığı dönemin dili ve o dönemde yaşayan halkın edebî zevki hakkında bizlere fikir vermektedir üstelik. Çünkü halkın içinden ve adını dahi bilmediğimiz kimselerce yazılmıştır. Bu bakımdan Osmanlı Türkçesinin halktan uzak, sadece seçkin bir zümreye hitap ettiğini söyleyenlere, tarihî mezar taşları ne güzel cevaptır!

Odunpazarı Mezarlığı'nda yerinde inceleme

Eti Sosyal Bilimler Lisesinde görev yaptığım dönemde, 2016 yılında iki öğrencimle tarihî mezar taşlarının edebî yönünü ortaya çıkarmak için bir araştırma yapmıştık, hatta araştırmamızı uluslararası bir kongrede de sunmuştuk. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Odunpazarı Mezarlığı’nda yaptığımız yerinde inceleme çalışmalarında 93’ü sağlam, 14’ü kırılmış toplam 107 adet tarihî mezar taşı tespit ettik. Yerinde inceleme çalışmalarının ilk gününde, mezar taşları kitabeleri hakkında kitabı bulunan Nizamettin Arslan da bize rehberlik etmişti. Mezarlıkta gördüğümüz manzara içler acısıydı. Taş işçiliğinin çok güzel örnekleri olan bu tarihî mezar taşları hem doğal hem de beşeri unsurlar tarafından epey zarar görmüştü. En son o zamanlar görmüştüm onları. Şimdi saysak kaç tanedir ve ne durumdadır, hiç bilemiyorum. Taşlardaki şiirleri incelemek, heyecan verici bir deneyimdi bizim için. Öğrencilerim de cevval çıkmıştı. Yerinde inceleme çalışması da dâhil, şiirlerin analiz sürecinde de derin bir hürmet ve ağırbaşlılıkla “ölüme dair” yazılanlar karşısında soğukkanlılıklarını yitirmediler.

“Pazara Kadar Değil Mezara Kadar” Sevdalar

Özellikle 1841 tarihli bir mezar taşı kitabesi dikkatimizi çekti. Hacı Mahmud Bey’in zevcesi Âmine Hanım’a ait… Zarif taş işçiliğinin yanı sıra üzerindeki şiirin manasında da aynı zarafeti görmek mümkün. Şiirdeki bir beyitte şöyle diyor:

“Bu fenâda hoş geçirdim ömrümü eyyâmımı

Kalmadı arzu ve nefsim her şeyden aldım merakımı”

“Bu fenada, yani yok olacak dünyada ömrümü, günlerimi hoş geçirdim.” Kısaca hiçbir hevesim kalmadı, ne istiyorsam elde ettim, diyor Âmine Hanım. Tabi bu sözler bizzat Âmine Hanım’a ait değil. Ölen kişinin yakınlarınca çevrede kalemi güçlü birilerine onun hakkında şiir yazdırılırmış eskiden. Âmine Hanım’a ait mezar taşında onun yaşarken hiçbir sıkıntı çekmemesine dair sözler; bize pek inandırıcı gelmemişti, daha doğrusu abartılı bulmuştuk. Yani kim olursa olsun illa ki sıkıntıyı da sevinci de tadar yaşadıkça. Muhtemelen eşi tarafından yazdırılmıştır ve kocası belki de hanımını el üstünde tuttuğunu, rahat ettirdiğini vurgulamak istemiştir, diye yorumladık kendi aramızda. Yanındaki mezar taşının da eşine, yani Hacı Mahmud Bey’e ait olduğunu fark ettik. “Pazara kadar değil mezara kadar” deyiminin taşlara kazınmış manası tam da karışımızda duruyordu. Hacı Mahmud Bey, hanımından 8 yıl sonra vefat etmiş. Diğer mezar taşları arasında onun zevcesi olduğuna işaret eden başka kimsenin bulunmaması ve kendisinin Âmine Hanım’ın yanına defnedilmesi; Hacı Mahmud Bey’in başka bir evlilik yapmadığını düşündürdü bize. Demek ki eşine olan muhabbeti, onun hatırasına hürmeti; mezara kadar devam etmişti.

Yürek burkan insan hikâyeleri

Sevdaların mezara kadar sürdüğü de olur, hiç sevda yüzü görmemiş gül fidanlarının solduğu da… Mezarlıkta gezerken Kolağası Hacı Niyazi Bey’in kerimesi Ferdane Hanım’ın 1926 tarihli mezar taşında yazılı şiir, Âmine Hanım’ınki gibi bahtiyarlıktan bahsetmiyordu maalesef. Gülmek için meskeni mezar olan nice gül fidanlarını bir kor gibi düşürüyor hatırlara şu dizeler:

“Gitti gençliğim elden tatlı bir rüya gibi ey gül-firâz

Etmedim dünyada rahat, zevkim olsun âh u zâr

Gül ey biçare gönlüm meskenim olsun mezar

…”

Tatlı bir rüya gibi elden giden bir gençliği ölüm almıştır. Evlat acısıyla yazdırılmış bu dizelerden sonra bir şehidimize ait mezar taşına rastlıyoruz. Miladi takvime göre 28 Ocak 1916 tarihli mezar taşı Sivaslı Binbaşı Hüseyin Galib Bey’e ait. İnsanın içini acıyla dolduran şiirin sadece bir bölümü şöyle:

“Mahlâsı Gâlib’dir âh-ı âkıbet galib gelip

Ehl-i kâm oldu ancak çünkü vermişti emek

Kaldı el’ân zevce ve evlât ile bir valide

Yıktı bu biçaregânın hanesin zalim felek”

Adı “Galip” olsa da ecelin âh’ı illa galip gelir, deniyor şiirde. Allah’ın rahmeti şehitlerin üzerindedir ve aslında ölmez onlar. Yalnız geride kalanlar için mezara kadar bir hasretlik vardır. Şiirden öğreniyoruz ki arkasında “zevce, evlat ve valide”si yadigâr kalmıştır şehidimizden.

Nefsini kul eyleyenler

Dinî eğilimleri de mezar taşlarından öğreniyoruz. Mesela Sivri-zade Hacı Ali Efendi’nin miladi takvime göre 26 Ocak 1909 tarihli mezar taşında onun Halveti tarikatına mensup olduğunu anlıyoruz:

“Evlâ oldum rufâi düşmana tuğlar çektim

Râhımız Halveti’dir halktan uzlet etmişim

Gavs-ı Âzam bendesiyim nefsimi kul eyledim

Pirimiz Molla-yı Rûm’dur hünkâra hizmet etmişim”

Şiirin bütününe baktığımızda“terk-i dünya, terk-i ukba terk-i terk” gibi tasavvufî terimler de görüyoruz. Mana denizinin dibindeki inciler gibidir hepsi. Fersah fersah yol kat etmek gerek mana derinliğine ulaşmak için.

Kimler gelmiş kimler geçmiş, yetim ve kanaatkâr çocukluğumun geçtiği Odunbazarından! 1715’te vefat eden İstanbul Aksaraylı Leh İmâm-zâde Mustafa Efendi, 1882’de vefat eden Ali Efendi’nin kerimesi Seher Hanım… Küçük bedenleri gâh göç yollarında gâh hastalıklara yenik düşen nice sabiler…

1912’de terk-i dünya eyleyen Kolağası Hacı Niyazi Bey’in taşında ise herkesin bildiği ama aslında vicdanından insanoğlunun çoğu zaman sildiği bir hakikat yazılıdır:

“Lezzet-i dünya-yı dûne itimat etme sakın

Bir misafirhanedir mihmâna vermez aman”

“Aşağılık dünyanın lezzetine, tadına sakın itimat etme, güvenme. Çünkü burası misafirhanedir. Hem de misafirine aman vermeyen bir misafirhane…” böyle der şiir.

Kimler gelmiş kimler geçmiş, yetim ve kanaatkâr çocukluğumun geçtiği Odunbazarından! 1768’de ölen Hacı Mehmet Ağa’nın oğlu Hacı Ahmed Ağa’nın taşında “Ziyaretten murat bir duadır/ Bugün bana ise yarın sanadır.” mısraları kazılıdır. Dünyanın hâline, ahvaline bakıldığında insanoğlu sıra’nın kendisine gelmeyeceğini sanır. Oysa nice ağalara, paşalara, beylere, hanımefendilere, efendilere, sultanlara sıra gelmiştir. Nice babayiğitleri, nice kara gözleri alan kara toprak nicelerini dahi alacaktır.

Ayrılık Sevdaya, Ölüm de Hayata Dâhildir Odunbazarında!

Odunbazarın sokaklarından kimler gelmiş kimler geçmişse şehrin kimliği ve tapu belgeleri olan mezar taşlarında tek tek yazılıdır. “Odunbazarın” sokakları eskisi gibi yine dardır, fakat yolunda gönlü geniş insanlar vardır. Yolu yokuştur ama derviş sabrıyla çıkılınca Yunusca bir duruştur. Minarelerinden yükselen ezan sesleri birbirine karışır, vaktin geldiğini duyurmak için birbiriyle yarışır. Salalar okunur o yokuşun vardığı tepeye yankılanan. Ölülerimiz, dirilerimiz hep buradadır. Ayrılık sevdaya, ölüm de hayata dâhildir Odunbazarında! “Edeb”le, edebiyatla yazılan mezar taşları vardır burada, “edeb”le okunsun ve “edeb”le anılsın diye.

Mezar taşı deyip geçmemeli, o taşların altında şehrin eski sakinleri yatıyor. Her motifinin ince bir manası var, derin bir sabırla o taşa nakşedilen zarafetin maneviyatı var. En önemlisi; davası sevgi olan insanların öyküsü var, ziyaretçiler gelip okusun diye. Taş deyip geçmemeli. “Taş kalpli” derken bile taşa haksızlık ediyoruz aslında. “Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden nehirler kaynar. Öylesi vardır ki çatladı mı bağrından su fışkırır. Öylesi de vardır ki Allah korkusundan yerlere yuvarlanır (Bakara Suresi/74).” Kalplerin işte tam da öyle taşlardan olması ümidiyle…