Çok daraldı ruhumuz. Ruhumuz daralmadı, yok. Ruhumuz zonkluyor. Bedenlerimiz dar geliyor.
Ruhumuz çok sıkıştı. Orman yangınları, seller, depremler… Ama en çok da kızının yanında eski eşi tarafından boğazından bıçaklanarak an be an ölen kadın yaktı son günlerde canımızı. Kanımız dondu. Ürperdik. İrkildik. Tiksindik. Kulaklarımızla duymasak, görüntüleri izlemesek dahi okuduklarımız bizi sarsmaya yetti. Yangınlar yüreğimizdeki yangınların öncüleri miydi? Seller ve depremler, kim bilir hangi karıncanın bir adımında, yerin bilmem kaç kat altında yankılanıp da sarstı. Ayetel Kürsî okudu sağ olan anaların dudakları ardımızdan. İçindeki sırların hikmeti ile durdu tavan, çökmemize ramak kala.
Sezai Karakoç’a koştuk: “Geldik, çağı gördük, ürperdik.”
Şimdi o kız çocuğu büyüyünce ne olacak, şu an için düşünmedik. Ancak o kız çocuğu büyüyünce ne olacak? Büyüyecek mi? Yazı yazanlar bilir, bazen sancır kalem. Mürekkep dolar da taşamaz, Karadeniz misal. Şimdi bugün belki bu hafta yazımızda siyasete ucundan dokunabilir; sosyolojik değişimleri, bu değişim karşısında siyasetin performansını, güneydoğu Asya başta olmak üzere genç nüfusu kalabalık tüm bölgelerde yeni nesilde baş sıraya oturan dijital düzenin çağa attığı imzadan falan konuşabilirdik.
Lakin “Anne lütfen ölme!” çığlığı, yukarıdaki hemen her maddeyi önemsiz kılıverdi. Harfleri görseniz, hepsi yüzüme bakıyor. Nereye koyacak da nasıl cümlelerin harcına katacaksın bizi acaba, diye dudak büküyor. Çünkü dehşetli bir vakit var. Zira ortada bir yıkım var. Ortada en afilisinden bir dehşet var. Kimimiz evinde çay içerken, kimimiz pazar günü futbol heyecanı ile uğraşırken, şurada arkadaşlar piknikte iken… burada komşular balkonda çekirdek çitleyip kahve içerken…
Bir çocuğun şuur ufkunda koptu kıyamet. Gökyüzü sarsıldı, yıldızlar ağladı: “Anne lütfen ölme!”
Bir kadının sesinde sonsuzluğa yazıldı mahşerin dilekçeleri: “ölmek istemiyorum”.
Fuzulî bilmem kaçıncı kez çöktü odamızın mum ışığında görünen masasına:
“Felekler yandı ahımdan
Muradım şem'i yanmaz şem'i yanmaz mı?”
Bilmiyorum, Afrika’nın ücra bir çölünün ıssız bir köşesinde biriken küçük su birikintisi içerisindeki yavru kurbağa duydu mu bizim kızımızın sesini? Bence duydu.
Bilmiyorum, Asya’nın uçsuz bozkırlarında bir çalıya yapışmış böceğin yumurtası çatladı mı bu feryattan? Bence çatladı.
Bilmiyorum, kalemlerin uçları kırılıp mürekkepler döküldü mü yanardağ misali alev alev? Bence döküldü.
Turgut Uyar geldi, hem de dünyadan geçip göçüşünün sene-i devriyesinde:
“Asır yirminci asırdır, amenna…
Bir yanımda sevgilerim, bir yanımda sancım
Neon lambaları büsbütün karartır gecemizi
Uzaklar daha uzaklaşır
Bir define çıkarır gibi kayalardan, Ademden beri
Sımsıcak sevgilere muhtacım.”