-İşte Bu Ahval ve Şerait İçinde Dahi Vazifen-
Şubat 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyetine girdi, cemiyetin 1909 yılındaki kongresinde askerlerin politika ile uğraşmaması gerektiğini savunması tepkiyle karşılanınca İttihat ve Terakki’den koptu. Askerlik mesleğini ifa ederken mesleki konularda yazmaya ve çeviri yapmaya başladı. Görev yeri sık sık değiştirildi. İtalyanların Trablusgarp’a saldırmaları üzerine bazı genç kurmaylar gibi vatan savunması için gönüllü olarak cepheye koştu. Trablus savunması sürerken sağ kolundan yaralandı, bir süre de gözlerinden tedavi gördü. 1913’te Bâbıâli’nin basılarak bir hükümet darbesi yapılmasına karşı tepkisini ortaya koydu ve bu yüzden tepkilerle karşılaştı. Çanakkale cephesindeyken İngilizler ve Fransızlar 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkarma yapıp Conkbayırı istikametinde ilerleyince emir beklemeden hemen harekete geçti. Cephede göğsüne bir misket isabet etti ancak cebindeki saat onu yaralanmaktan kurtardı. Ordu komutanı Liman von Sanders’in Türk birliklerinin başına devamlı Alman subaylar atamasından dolayı anlaşmazlığa düştüğünden grup komutanlığından istifa etti. İstifasını geri alması için yapılan önerileri kabul etmedi. Türk birliklerine Alman generallerin kumanda etmesini sakıncalı buluyordu. Yine yıllar sonra Yedinci Ordu Komutanlığı görevinde iken bu defa da Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşmazlığa düştü ve komutanlıktan istifa etti. 13 Kasım 1918 sabahı Haydarpaşa’dan Avrupa yakasına geçerken Boğaz’da demirlemiş olan İtilâf donanmasını görünce “Geldikleri gibi giderler” dedi. Öyle de oldu. 1453’ten beri tam 465 yıl bekleyenler; -sandıkları kadar İstanbul’da kalamayarak- onun Samsun ufkundan başlattığı “Ya istiklal ya ölüm!” istikametindeki çetin bir yolun sonunda, 5 yıl sonra, gerçekten de geldikleri gibi gittiler. Türk milleti onunla Anka misali küllerinden yeniden doğdu.
Gençlik yıllarında rahat bulmadı, gerçi rahat da aramadı. Doğru bildiğini -karşısında kim olursa olsun, sonucu ne olursa olsun- söylemekten asla geri durmadı. İlkeleriyle, doğrularıyla çakıştığında liyakati ile bulunduğu makamları hiç tereddütsüz terk etti. Söz konusu vatansa gerisi teferruattı onun için. Vatanın müdafaasında kimseden emir de beklemedi. Tıpkı Gençliğe Hitabe’de belirttiği gibi “vazifeye atılmak için içinde bulunacağı vaziyetin imkân ve şeraitini” düşünmedi hiçbir vakit.
O, Harbiye’deki kaydında “Selanik Koca Kasım Mahallesi gümrük memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi! ”
O, Çanakkale cephesinde Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal!
O, Sakarya Savaşı’nda köprücük kemiği kırılınca kendisine on gün istirahat tavsiye edildiğinde ordusu savaşan bir başkomutanın dinlenemeyeceğini belirterek hemen ertesi gün cepheye dönen Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa!
O, öğretmenlik mesleğinin yüksek önemini “İki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu. Sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir orduya aitsiniz.” sözleriyle ortaya koyan Başöğretmen!
O, öğretmeni “Yarın baban okula gelsin!” dediğinde öğretmenine yetim olduğunu söyleyemeyen küçük bir çocuğun düşlerinde babası olarak okula gelen ve nice yetimlerin, kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetin banisi Atatürk!
“Ey Türk istikbalinin evladı” diye seslendiği ve “birinci vazife”yi verdiği gençliğin bugün onu doğru anlamaya ihtiyacı var. Üçüncü şahıslardan değil bizatihi kendisinden duymaya, kendisinden dinlemeye, kendisinin seçtiği kelime ve kavramlarla anlamaya ihtiyacı var. Zira o, muhatabını belirlemiş ve doğrudan “Ey Türk istikbalinin evladı” diye seslenmiştir, araya hiçbir gönül ve zaman mesafesi koymadan. Oysa ne acıdır ki onun ağzından çıkan kelimeleri anlamıyor “Türk istikbalinin evladı”.
İlk baskısı Arap harflerle yapılan Nutuk, 1928 Harf İnkılabı’ndan sonra Latin harflerle basılıyor. Ama tabi sadeleştirilmeden. Zira Nutuk’un dili Prof. Dr. Zeynep Korkmaz Hocamızın da ifade ettiği gibi “Millî Edebiyat devrinin işleyip geliştirdiği oldukça sadeleşmiş bir Osmanlı Türkçesidir.” O dönemde Atatürk, bu eseri kürsüden okuduğunda, “Bu imkân ve şerait çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.” dediğinde, “İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen” dediğinde elbette sözlüğe bakmadan anlıyordu “Türk gençliği”. Bugün “Osmanlı Türkçesi anlaşılmazdır, açık değildir” diyenlere, çıktığı kürsüde her satırında daha da büyüyen bir heybetle Atatürk’ün “îrâd ettiği” Nutuk ne güzel bir cevaptır! “Açık ifade edeceğim” diye başlayan bir cümlesinde şöyle diyor Atatürk: “Efendiler, açık ifade edeceğim, beni ma‘zûr görünüz; her birinizin salâhiyet-i fevkalâde ile intihap olunmasına ve salâhiyet-i fevkalâdeye mâlik bir Meclis’in teşekkülüne ve bu Meclis’in, memleketin mukadderâtına vâzı’-ül-yed bir mahiyet iktisap etmesine çalışan, benim! Bunda muvaffak olmak için en yakın arkadaşlarımla fikir mücadelesi yaptım. Bütün hayatımı, mevcudiyetimi, bütün şeref ve haysiyetimi mehâlike ilka ettim.”
1960’lı yıllardan sonra Nutuk’un sadeleştirilmiş basımları da raflardaki yerini aldı. Fakat bu sefer daha büyük sıkıntılar meydana geldi. Atatürk Araştırma Merkezinin 2005’te bastırdığı Nutuk’u bugünkü dille yayına hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, konuyla ilgili şunları söyler: “Eserin aslındaki cümleleri, anlamlarını bozacak şekilde kısaltıp parçalama ve herkesçe bilinen kelimelere bile yakışıksız yeni yeni karşılıklar arama gayreti yüzünden, Atatürk’ün birleştirici ve bütünleştirici kültür dili anlayışına ters düşen ve özünden koparak Osmanlıcası kadar anlaşılmaz duruma gelmiş bulunan, aşırı dil yapısında Söylev metinleri ortaya çıkmıştır.”
Eser ile günümüz arasında uzun bir zaman mesafesi olmamasına rağmen dilin hızlı bir tempo ile değiştiği, nesillerin ise bu değişimle birlikte kültür hafızasını yitirdiğini görüyoruz. Öyle ki basımının üzerinden yüz yıl bile geçmemiş bir eser dahi anlaşılamıyor ve “dil içi çeviri” ihtiyacı doğuyor. Diğer taraftan sadeleştirilmiş Nutuk’lar; Atatürk’ün ne konuştuğunu anlamamak ve tercüman kullanmak gibidir esasında.
Atatürk’ün Millî Mücadele’nin bütün aşamalarını anlattığı ve yazılış amacını kendisinin de “Bunda, milletim için ve müstakbel evlâtlarımız için dikkat ve teyakkuzu davet edebilecek, bazı noktalar, tebârüz ettirebilmiş isem kendimi bahtiyar addedeceğim.” şeklinde açıkladığı Nutuk, edebî değerinin yanı sıra Millî Mücadele’ye dair şüphesiz en önemli kaynaktır. Bizi “dikkatli ve uyanık” olmaya davet ettiği husus ise onun ifadesiyle “mazi olmuş bir devrin hikâyesi”dir. Ancak bu “mazi”, geleceğe ışık tutacak bir hikâyedir. Atatürk’ün seçtiği kelimelerle söyleyecek olursak bu eserinde “Millî hayatı hitam bulmuş farz edilen büyük bir milletin; istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına müstenit, millî ve asrî bir devleti, nasıl kurduğunu…” anlatır.
Atatürk’ün “müstakbel evlatları” bu kültür dilinden çok uzaktalar maalesef. Bir eğitimci olarak meslek hayatım boyunca Osmanlı Türkçesi çerçevesinde öğrencilerimle çok sayıda çalışma ve proje gerçekleştirdik. Bunlardan büyük bölümü uluslararası boyuttadır. Bu çerçevede gerçekleştirdiğimiz en kapsamlı çalışmamız ise araştırma sürecimizin bir yıldan fazla sürdüğü Nutuk eserine dairdir. Eskişehir Fatih Fen Lisesinde görev yaptığım dönemde öğrencim Funda Nur Sönmez’le birlikte Nutuk’u Eskişehir ekseninde içerik analizine tabi tuttuk ve “Millî Mücadele’de Stratejik Öneme Sahip Eskişehir Ekseninde Nutuk’un İçerik Analizi” başlıklı bildirimizi sunmak üzere Türk Tarih Kurumunun düzenlediği “100. Yılında 19 Mayıs ve Millî Mücadele Uluslararası Sempozyumu”na başvurduk. İki aşamalı değerlendirme sürecinden geçerek bildirimizin kabul edilmesi üzerine yine öğrencimle birlikte 11-14 Haziran 2019 tarihlerinde Samsun’da düzenlenen söz konusu sempozyumda bildirimizi sunduk.
Hitabet sanatının en mükemmel örneklerinden biri olan Nutuk; Cumhuriyet’in kurucu metni olmasının yanı sıra Osmanlı Türkçesi adındaki kültür dilimize dair önemli bir köprüdür üstelik. Bu bağlamda Nutuk’un özgün metni üzerinde farklı alan ve disiplinlerde çalışmalar önem arz etmektedir.
Yeri gelmişken bu noktada -daha önceki yazı ve röportajlarımda belirttiğim bir hususu- tekrar hatırlatmakta yarar görüyorum: Osmanlı Türkçesi; Türkçemizin ezelden ebede uzanan tarihinin büyük bir dönemidir. Arap harfleri kullanılıyor diye Osmanlı Türkçesini Arapça zannetmek, Latin harfleri kullanılıyor diye günümüz Türkçesini “Latince” zannetmek kadar yanlış bir yaklaşımdır. Kesinlikle unutulmamalıdır ki Osmanlı Türkçesi bilmeyen, Nutuk’un özgün metnini anlayamaz. 1928 Harf İnkılabı’ndan sonra Latin harflerle basılması; Nutuk’un Osmanlı Türkçesi dil özelliklerini değiştirmez. Her türlü şahsi, siyasi vs. ön yargılardan arınarak Türk dili tarihine bütünleyici bir gözle bakmak, varlığımızın temel şartlarındandır. Aksi hâlde bilerek yahut bilmeyerek, ezelden ebede uzanan dallarıyla Türk dili ağacının içindeki ve o ağacı içten yiyip bitiren kurt gibi bahtsız bir kaderin sahibi oluruz.
DERNE’DE İKİ MÜHİM KUMANDAN
Sağdaki: Şark Kolu Kumandanı Fuad Bey,
Soldaki: Derne Kumandanı Mustafa Kemal Bey.
DERNE’DE BİR HİLAL-İ AHMER HASTANESİNİN RESM-İ GÜŞÂDI (AÇILIŞ TÖRENİ)
1. Mutasarrıf ve Umumi Kumandan Kahraman Enver Bey,
2. Derne Kumandanı Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Mustafa Kemal Bey
3. Bingazi Mebus-ı Sabıkı Binbaşı Abdülkadir Bey
4. Bingazi Meclis-i İdare Başkatibi Mahmud Zeki Bey
5. Tunuslu Şeyh Salih Efendi
6. Cebel-i Lübnan eşrafından Emir Şekib Arslan Bey
7. Bahriye Yüzbaşılarından Mücahid Muhiddin Bey
CİHAN-I CİHADDA CEVVAL CEPHELERDEN
Ortadaki nâsıye-i necib, meşâgil-i harb sebebiyle hâledar-ı lihye olan kahraman Enver Bey’dir. Sağdaki bastonlu zat Derne Kumandanı Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Mustafa Kemal Bey, Enver Bey'in solunda duran gözlüklü zat da Erkan-ı Harbiye binbaşısı Nuri Bey’dir.