Hukukun serüveni, insanın tarih sahnesine çıkışı ile başlayan ve mikro düzeyden makro düzeye bir gelişim eğrisi göstererek ilerleyen bir atılımdır. İnsanın düşünceyi keşfetmesi ve dolayısıyla onu çeşitlendirmiş olması beraberinde kaçınılmaz olarak hukukun doğmasına sebep olmuştur. Adalet fikri/duygusu insanın kafasını her geçen yüzyılda kurcalamıştır. Yazılı hukuk kurallarının ortaya çıkışı ise bizi Sümerlilere kadar götürür. Sümer, Babil ve Assur medeniyetlerine ait antik kalıntılar incelendiğinde, bu toplulukların yazılı hukuk sistemini oluşturduklarını; adalet, hak, suç, borç(şitbu), haciz ve rehin(niputum), mülkiyet vb. kavramları kendi sistemlerince ortaya koyduklarını göstermektedir.
Tarihe ve hukuka şekil veren canlı olan insanın, keşfettiği en önemli üç kavramın; aile, özel mülkiyet ve devlet olduğunu düşünmemek ise olanaksızdır. Bu üç kavramın hukukla bağlantısı ise bizlere, hukukun kapsayıcı fonksiyonunu, normlar piramidinin tepesinde duran o kaçınılmaz üstünlüğünü göstermektedir. Ancak bu durumda şu soruyla kaçınılmaz olarak karşı karşıya kalacağız: Hukukun merkezinde ne vardır?
Tıpkı ilk çağ filozoflarının, “Evrenin hammaddesi nedir?” sorusu gibi çok cevaplı olan bu soruya yanıt verebilmek için yine yönümüzü tarihe, hukuk tarihine, çevirmemiz gerekmektedir. Platon’un öğrencisi olan ve Antik Yunan felsefesinde önemli bir yeri bulunan Aristoteles’e göre, “Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir.” M.Ö 5. ve 4. yüzyıllarda hukukun merkezinde; devletin olduğunu, devletin de bireylerin üzerinde bir mekanizma olarak varlığını sürdürdüğünü, bireylerin hukuk düzeni içerisinde nasıl var olacağını düzenleyenin, yine belirlenen hukuk sistemi olduğunu, fark etmekteyiz. Hukukun, yaşamla bağının derinliğini anladığımızda aslında şu tespitte bulunmak elzemdir: İnsanların nasıl yaşayıp yaşayamayacağına, özgürlüğün sınırlarının nasıl olacağına, köle mi vatandaş mı olunacağına mevcut hukuk sistemi karar verir. Aristoteles’e göre hukuk, kudretini tabiata uygunluğundan almaktaydı. Bu bakış açısıyla Aristoteles, köleliğin tamamen doğal bir kurum olduğunu, çünkü tabiatın bazı insanları efendi, diğerlerini ise köle olarak yarattığını düşünüyordu. Efendilerin yönetiminde kurulan bir hukuk düzeni ise bize hukukun merkezinde, İlkçağda, tabiata ve devlete dayalı bir hukuk fikri olduğunu açıklamaktadır.
Kronolojik skala takip edildiğinde, M.S 3. Yüzyılda Kavimler Göçü ile başlayan ve M.S 1453 yılında Roma İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silindiği zamana kadar süren Ortaçağ döneminde, devletin ve egemenliğin sistematiği, genellikle kaynağı dinsel içerikli olan hukuk normları bütünlüğünden oluşmaktadır. Katı, sert ve insanın yazgılı olduğu kanunların uygulandığı, insanlık ve hukuk tarihinde yeri olan bu dönem, hukukun merkezinde kendi konumunu pekiştirenin yine “devlet” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Avrupa'da 18. yüzyılda ortaya çıkan ve her konuda akla öncelik tanıyan düşünce sistemi olan Aydınlanma Döneminde ise çok güçlü bir laikleşme süreci başlamıştır. Yaşamın hedefi olarak vicdanı, doğal ahlak ve mutluluğu seçen insan, Tanrı’nın karşısına daha çok kendisine güven duyarak çıkar. Bu dönemin hukuk bilimi anlamında çığır açan yanı, Dünyanın “insanileştirilmiş bir hukuk düzeni sayesinde” daha iyi bir yer olacağı fikridir. Aklın kullanılması ile doğru bilgiye ulaşılabileceği fikri elbette ki insanileştirilmiş bir hukuk düzeninin kurulmasına sebebiyet verecektir. Dönemin ünlü aydınlarından J. Locke ile başlayan deneyci gelenek, din ve metafiziği, bilimsel bilgi önündeki en büyük engel olarak görür. Bilimsel bilgiyi verecek aydınlanmış akıl, ancak o aklı kullanma cesaretini gösterecek bireylerin oluşturduğu bir toplum düzeninde yaşama şansı bulur. Bu nedenle Locke insanlığı acıdan, sefaletten, hastalıklardan, korkudan, kötülüklerden ve bilgisizlikten kurtaracak bir toplum düzeni için bir siyaset felsefesi önerir. Bu, bireyin yaşama hakkını, özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını güvence altına almış liberal hukuk devletidir. Ona göre, devlet, bireyin çıkarlarını korumak için vardır. Locke bu konuda şöyle söyler; “Hangi açıdan bakılırsa bakılsın yeryüzündeki geçerli olan hukuk, insandır ve bu yüzden de yalnızca insanların rızalarıyla oluşturulabilir. Dolayısıyla halkın rızasına dayanmayan bir hukuka ve otoriteye itaate hiç kimse zorlanamaz.” J.Locke ve dönemin aydınları, hukukun merkezine “insanı” yerleştirmeyi başarabilmiş ve Fransız Devrimi sırasında (1789) ilan edilen, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde doğal haklar, "mülkiyet", "özgürlük", "güvenlik" ve "baskıya karşı direnme" olarak sıralanmış olsa da demokratik bir hukuk sisteminin oluşabilmesi ve temel hak ve hürriyetlerin belirlenebilmesi için insanlığın yirminci yüzyılı beklemesi gerekmiştir.
Yirminci yüzyılın başlangıcında, modernitenin ortaya çıkmasıyla evrensel hukuk kurallarının belirlenmesi ve birey merkezci hukuk sistemlerinin doğuşu, yaşanan iki dünya savaşıyla uzunca bir süre sekteye uğramıştır. Özellikle ikinci dünya savaşının, demokratik hukuk sistemlerinin temel argümanı olan, “hukukun merkezinde insan vardır” yaklaşımını yıkmaya çalışan eylemlerinin sonucunda, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ilan edilmiştir. Tarih boyunca iki büyük olayın (tarım devrimi ve sanayi devrimi) insanlığın geleceğini tayin etmede büyük bir konjonktürel etkisi olduğunu bilmekteyiz. İşte bu noktada İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin ilanını üçüncü bir büyük olay olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Bu sözleşmeyi incelediğimizde ilk olarak, “Aşağıda imzası bulunan Avrupa Konseyi üyesi hükümetler” ibaresi karşımıza çıkar. Buradan anlaşılmaktadır ki sözleşme metnini imzalayan hükümetler/devletler yeni bir atılımın öncüsü olmaktadırlar. Sözleşmenin yaşam hakkını, işkence yasağını, kölelik ve zorla çalıştırılma yasağını, özgürlük ve güvenlik hakkını, adil yargılanma hakkını, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü, kanunsuz ceza olmaz ilkesini ve buna benzer evrensel değerler bütünlüğünü oluşturan, birey-insanı merkezine alan bir hukuk sistematiği olduğunu görmekteyiz.
İnsan haklarının bütünlüğünü temsil eden bu sözleşmenin de getirdiği olumlu sonuçlardan birisi şudur: bir hukuk devletinde asıl olanın devletin, bireylerin hak ve hürriyetlerinin korunması ve güvence altına alınması adına sınırlandırılabilmesi için, birey-toplum-devlet sıralamasında değer itibariyle hangisinin öncelikli olduğu sorunu gündeme gelmektedir. Liberal anayasal demokrasilerde, ilk değer, bireysel önceliklere ve tercihlere saygı göstermektir. Bireyin gelişimi için toplum gerekli ama ikinci derecede önem arz etmektedir. Doğal olarak oluşturulan bu hukuk sisteminde birey hakların sahibidir. Değerler sıralaması, birey-toplum-devlet şeklindedir. Dolayısıyla, demokratik bir hukuk devletinde birey, toplum ve devlet içinde amaçsal bir değere sahip olduğuna göre; devlet, kolaylıklı bir şekilde, insanı ve toplumu koruma adına, hak ve hürriyetleri zedeleyici hukuki düzenleme ve uygulamalara yönelemez.
Sonuç olarak, yazımızın başında sorduğumuz sorunun cevabını, bugün ve yarın için “hukukun merkezinde insan vardır ve insan-hukuk bağlantısı, yaşam var olduğu sürece devam edecektir” şeklinde verebiliriz.
Cevizci, Ahmet (2017) Aydınlanma Felsefesi, Say Yayınları
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi