Öncelikle Elâzığ ve Malatya çevresinde yaşanan deprem nedeniyle tüm vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimi ifade eder, hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm ülkemize baş sağlığı dilerim.
Coğrafik konumu ve jeolojik yapısı itibariyle önemli fay hatları üzerinde yer alan ülkemiz, geçmişten günümüze pek çok deprem olayına maruz kalmış ve kalmaya da devam edecektir.
Ülkeler için daha çok politik coğrafya kapsamında dile getirilen “coğrafya kaderdir” sözü, yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşanan tabii felaketlerin belirsizliği açısından da dile getirilebilir.
Çünkü tabiatın her bölümünün, yapısal özelliklerine göre kendi varlığından kaynaklanan farklı olayları sürdürmek tabiatında vardır.
Çağlar boyunca insanlık bu olaylar hakkında önemli bilimsel bilgilere sahip olmakla birlikte, bu olayların zamanını ve oluş mekanizmalarını kontrol edebilme gücüne ne yazık ki sahip olamamıştır…
Örneğin fayların yerini, oluşan depremlerin büyüklüğünü ölçebilen insanlık, depremin olacağı zamanı ve olmasını engelleyecek bir bilgiye hala sahip değildir.
Ama tabiat bilgisine uygun olarak, doğru arazi seçimine ve depreme dayanıklı bina yapabilme bilgisine sahiptir…
İnsanlığın zaman içinde kazandığı bu bilgiler, çocukluğumuzdan itibaren ismi fen bilgisi, doğa bilimleri gibi değişikliklere uğrasada bizim yaşıtlarımıza “tabiat bilgisi” olarak okutulmaktaydı…
Ancak günümüzde doğaya uygun olmayanı yapabilme yeteneğini kazanarak ekonomik ve teknolojik bilgiyi önceleyen insanoğlu, tabiat bilgisini sadece ondan yararlanma üzerine kurmayı daha çok tercih etti…
Çünkü sahip olduğu bu bilgi birikimiyle, tabiattan yararlanabileceğini, ancak onun da kendine özgü olan yasalarını kontrol edemeyeceğini görmek istemedi…
Böylece tüm ihtiyaçlarını tek yönlü olarak tabiattan sağlayan insanlık, onun da kendine ait bir düzeninin olduğu bilgisinden uzaklaşarak tabiat bilgisizliğine yelken açtı…
Oysa tabiat bilgisi ondan yararlanmanın yollarını gösterirken, onun değiştiremeyeceğimiz yasaları karşısında nasıl bir yol izlememiz gerektiğini ve gerçekleşecek tabiat olaylarından nasıl korunacağımızı ve uyum sağlayabileceğimizi de göstermektedir…
Bu yüzden toplumu sadece tabiattan nasıl yararlanacağı konusunu düşünecek şekilde eğitirken, tabiat bilgisini de nasıl belleyecekleri ve içselleştireceklerini öğreten bir eğitim anlayışı da ihmal edilmemeli…
Bu yüzden, eski adıyla tabiat bilgisi olarak geçmişte okutulan dersin, günümüzde eşdeğer kabul edilerek farklı isimlerde verilen derslere göre, toplumsal algısının sanki daha fazla olduğunu düşündürüyor, bana…
Toplumdaki bu algı, tabiat bilgisini insanların günlük yaşam kültürünün bir parçası olmaktan uzaklaştırarak, sadece uzmanların bilmesi gereken bir konuma taşıyor…
Ben kelimelerin bilinen anlamlarından daha fazlasını ifade ettiğini düşünenlerdenim…
Tabiatı bir nehir, insanı da sandal içinde bir akıllı varlık olarak düşünürseniz, nehrin kıvrımlarını değiştiremezsiniz ama sandalınızı tabiat bilgisiyle o kıvrımlara göre yönlendirebilirsiniz…
Ancak bu bilgiye sahip olarak doğanın ritmine uyum sağlayabilen bir toplum hem kentleşmede hem de sosyo-ekonomik süreçlerde yönünü doğru tayin edebilir.
Çünkü tabiat bilgisine sahip olan toplumlar için zemin ve bina seçimi kader değildir…
Wolfgang Von Goethe’nin dediği gibi; “dikkatli ve anlayan insanlar için tabiat, hiçbir yerde ölü ya da dilsiz değildir, en küçükten en büyük parçasına kadar olup biteni fark edebileceğimiz bir maddedir o”.
Prof. Dr. Cengiz TÜRE – Eskişehir Teknik Üniversitesi