‘Hastalıklı bir topluma uyum sağlamak, sağlıklı olmanın ölçütü değildir’ diyor Goethe.
Her topluluk, var olan sosyal düzenini devam ettirebilmek adına, kurduğu sisteme uyum sağlayan kişilikler ister.
Uyum sağlamayan kişilikleri etiketler ve cezalandırır. İnsan, doğduğu andan itibaren toplumsal bir organizasyona bağlıdır ve doğası gereği kendini toplumsal bir varlık olarak yaratma çabası içerisindedir. Sosyal düzenin hem üreteni hem de tüketeni pozisyonundadır.
Psikososyal uyum dediğimiz şey de, aslında kişilerin bilinçli ve bilinçsiz olarak sosyal düzeni benimsemelerini ve onu sürdürme çabalarını içerir. Her ne kadar, yaşadığımız sorunlarda kişisel katkılarımız kaçınılmaz olsa da, yapılanmış bir düzenin parçası olduğumuz ve toplumca yapılandırılmış davranış ve tutumlarla yola çıktığımız sosyal gerçeğimizdir.
Herhangi bir sorun nedeniyle, uzmana başvurduğumuzda, gündelik hayatımıza uyum göstermemizi sağlamamız amacıyla yapılan müdahaleler, çoğunlukla kurulu düzene uyumu devam ettirme amacı güder.
Çünkü bizlere, toplumsal düzene uyum sağlayabildiğimiz müddetçe, sorunların ve çatışmaların azalarak ortadan kalkacağı öğretilmiştir. Her ne kadar böyle bir sonuç, kişinin özünü ve gerçeklerini yadsıması, duygularından ve ihtiyaçlarından vazgeçmesi, öz benliğini yitirmesi anlamına gelse de…
Acı ve ıstıraplarımızın nedenlerini çoğunlukla eksiklerimizde ararken, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin üzerimizde yarattığı baskıyı göremiyoruz.
Bugün hemen hepimiz psikolojinin alanında at koşturmaktayız. Modern ya da Post-modern psikoloji tarafından betimlenen mutlu ve sağlıklı insan algısının çok da gerçekçi olduğu söylenemez.
Kişisel gelişimcilerin, yaşam koçlarının; sosyal mecrada etkileşim almak ve takipçi kazanmak adına sarf ettikleri aldatıcı ve iyimser sözcükler, asıl gerçekliği göstermek yerine ondan bağımsız, kopuk ve yanıltıcı gerçekliği hızla üretmekte ve insanı nesneleştirmektedir.
Dikkat ederseniz bu kişiler (kişisel gelişimciler); ben odaklı bir gerçeklik üretiminde, aktif olma halinden bahsediyorlar.
Oysa insanların hiçbiri böyle bir eylemlilik içerisinde olmayı tercih etmiyor. Aynı zamanda dışlanmak ve dışarıda kalmak da istemiyorlar.
Gerçekliği üretme sürecinde aktif rol almaktan kaçınarak, başkaları tarafından ‘üretilen gerçekliğin’ bütün nimetlerinden de faydalanmak istiyorlar. Başka bir ifadeyle; kişiler kendi hayatları üzerinde karar vermekten kaçınarak, başkalarının kendi hayatları üzerinde karar vermelerini bekleyerek bu gerçekliğin pasif kullanıcısı olmayı tercih ediyorlar.
Bu tip kitlesel inanç, hayal gücünün de yardımıyla ‘mevcut durum’ ile ‘olması gereken’ arasındaki çatışmayı gündeme getirerek, özgürleşme adına verilecek mücadeleyi ‘mevcut durumun’ yeni iktidarı içine tutsak ediyor.
Kendimizi bu esasa bağlı olarak anlamaya çalışmak, belli bir mesafeden ve başkalarının diktesiyle keşfederek varsayılan sahte benliği gerçek olarak kabul etmek, hem bireylerin hem de toplumların bilinçli mücadeleden geri çekilmesi anlamana gelmektedir.
İşte burada bize düşen görev, insanların kendileri olmalarını engelleyen düzenin, çarpık ve sağlıksız yönlerine vurgu yaparak oradaki yanlış algı kalıplarını kırmaya çalışmaktır. Kişi mevcut düzene uyum sağladığında değil, ancak toplumsal hayatın ayrıntılarını bilinçli bir gözle incelediğinde, toplumsal olarak düzenlenmiş dünyada kim ve ne olduğunu görebilecektir.
Özlem Aydemir / Sosyolog-Aile Danışmanı