“Kuşkusuz, bu notların kendileri gibi onların yazarı da hayal ürünüdür. Yine de toplumumuzun şartlarını ve yapısını göz önünde bulundurursak bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca olanaklı değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu da kabul etmek gerekiyor.” diye bir önsözü var sevgili Fyodor Dostoyevski’nin, Yeraltından Notlar’ının hemen başında…
Kendisinden ve sizlerden müsaade isteyerek biz de bu yazının hemen başına mukaddime niyetine şöylece iliştiriverelim o satırları.
Gelelim bize, bizim şehre, bizim memlekete… İnsan yaşadığı yerden hasıl. İnsan yaşadığı yerin bakiyesi ne de olsa…
Efendim, Odunpazarı da benim için çok şeydir. Orada nefes aldığımı, gözlerimle sokaklarda şiirler işlediğimi ve hatta türlü türlü seferlere çıktığımı düşünürüm. Bazen Dostoyevski ile karşılaşırız, bazen Simone Weil eşlik eder. Dedikodu yapmayız, zira orada teşkilatların aday belirlemelerinden tutun da başkanın kim olduğu, yönetim kurullarına kimlerin alındığı ya da kimlere yol verilip harcandığı, o yanıyla bizi ilgilendirmez. Kimin kimi neden sevdiği -ya da sever gibi göründüğü- veya neden sevmeyip karşı çıktığı da alâkadar etmez. Hz. Mevlana’dan sözle “eşeğin sidiğindeki saman çöpüne binip de kendisini kaptan-ı derya görenler” varsa, onların dümeni de bizi bağlamaz. Ancak kamusal menfaatler ve kişisel psikolojik travmalar söz konusu olduğunda şöyle bir göz atarız. Zira hep birlikte bir yaşam inşa ediyoruz.
Bu satırları yazdığımız 2 Ağustos Cuma gününü 3 Ağustos cumartesiye bağlayan akşamın tam ortasında, sayın Cemil Meriç’in Jurnal’ına bir göz atalım isterseniz. Bakın bundan tam 56 yıl önce 3 Ağustos 1963’te ne demiş:
“Sokağın ve sokaktakilerin câzibesi yanında benim kırık dökük düşüncelerim seslerini yükseltemiyorlar. Beraber olduğumuz saatlerde dünyamın kapılarını açamıyorum onlara. Hep beraber sokakta dolaşıyoruz. Neden? Tek başıma bırakılmaktan korkuyorum. Bu korkuda bir nevi ihanet var. Açılmayan bir kitap gibiyim. Küskün ve biçâre.”
Şimdi…
Özellikle geçtiğimiz 31 Mart (ve 23 Haziran İstanbul) yerel seçimleri süreci ve sonuçları itibariyle bu dönemin kodları olduğunu düşündüğüm “sokak”, “küskün”, “biçare”, “kırık dökük düşüncelerin sesleri”… hepsi bir arada 56 yıl önce tam da bugün Sayın Cemil Meriç tarafından not düşülmüş. Sağlık, ulaşım, sosyal güvence gibi kamusal faydaların gölgede kaldığı bir bireyselleşme ve “ben” imgesi, her geçen gün bu çağı hâllendirmeye devam ediyor. Bu durumda vaktin şifrelerinin, örneğin “94 ruhu” gibi söylemleri hayata geçirebilmek için, öncelikle “94 Ruhu”ndan kastın ve bunun ne olduğunun iyi anlaşılması, en çok da söyleyenlerce idrak edilmesi gerekmiyor mu?
Bakınız örneğin, yeni yüzyılda açlık, hastalık, sefalet, yokluk ve kitlesel göçlerle anılan ve bu kalıba sokulan Afrika’nın en ilkel kabilelerinde dahi geleneksel yollarla çok derin medeniyetler yaşattığını gözden kaçırmamamız gerekiyor. Yine hatırlatma misal babında, İpek Yolu ve Baharat Yolu olarak bilinen -günümüz tabiri ile- transatlantik güzergâhlar, ta günümüze ve yarınlara da sirayet edecek olan sosyolojik bakiyeleri de hasıl ediyor. Makro resimde çokça eser (acı, savaş, yıkılan-kurulan devletler, kitlesel göçler vs) bırakan bu gerçeklik, halen geçmişten günümüze simetrik bir eksen misali insan hikayelerine zemin olmaya devam ediyor.
İşte 94 Ruhu denilen hadise de esasen tam bu frekansta insanoğlunun varoluş hikayesinde örneklerden bir örnek olarak, misal can buluyor. Büyük afili salonlardan çok uzaklarda kendi kaderine terk edilmiş ve “elitler”ce varlığı yok hükmünde sayılabilecek dışlanmış, ezilmiş, sömürülmüş kesimlere ulaşan birileri kâh onların ellerini sıkıyor kâh sırtını sıvazlıyor kâh başını okşuyor ve sokaklardan gelen bir devrime imza atıyordu. Bugün de yine sokaklardan kopmuş ve salonlara çekilmiş görüntüsü veren organizasyonlara sosyolojinin tepkisi esasen değişmiyor, o sosyoloji ki halinden ve dahi varlığından bihaber olduğunu düşündüğü kamusal muhataplarına, bir yolunu bulup kendisini hatırlatıyor. Esasen olaylar böyle görünüyor. Yani ebedi bir küslük yok. Yani hem kimilerine “sonsuz mutluluk” ve kimilerine de “sonsuz ümitsizlik” demek yanlış olur. Görelim içsel devrimler erdem başlığında inkılap mı olacak, irtica mı edecek?
Biz en iyisi âdetimizi bozmayalım ve ben size şiir ısmarlayayım. Bu kez bizim fakir heybeden olsun, Arslan Karadayı imzalı:
“Okyanusun kıyıya vuracağı şişeler içinde,
Semada hazinelenmiş dualar eşiğinde…
Ufuklara göz dikip anahtarlar gözleyen,
Kilitlerin çarkında, siyah çocuğum ben.
**
Hayatın içinde bir şiirim,
Hem şiirim hem kalemim hem mürekkebim.
Avukatım karınca, şahidim devran, sancağım kefen,
Oyuncaklarına kan damlayan, siyah çocuğum ben.”