Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda bir yer var ki: “Eski İstanbul’u konuşurlardı” diyor. Ahmet Hamdi Bey’in bu romanı yazdığı vakitleri düşününce... Diyeceğim şu: eskinin eskisi oluyor da bazen, eskiler mi yeni kalıyor bilemiyorum, bilemedim.
Bugünlerde pek çok programda sunucular konuklara ne zaman sorsa ki “son günlerde ne okuyorsunuz, kimi okuyorsunuz?” cevap ya Ahmet Hamdi Tanpınar ya Halide Edip Adıvar (Sinekli Bakkal) ya da Halit Ziya Uşaklıgil (Mai ve Siyah). Lise ve üniversite yıllarında okudukları bu eserleri yeniden ve bugün tekrar okuduklarını beyan ediyorlar. Hatta bu eserler bazı üniversitelerin iktisat fakültelerinde okutulan kitaplar arasına da girmiş, ki pek çok ekonomi üstadı profesörden de bu yönde tavsiye niteliğinde bunu işitmiştim.
Sosyolojik durum ve gerek ulusal gerekse küresel konjonktür değişiyor, evet. Hem de dijital bir hızla değişiyor. Peki neden değiştikçe eskiye, daha eskiye, daha da eskiye gereksinim azalmak yerine artar oldu? Bunun zamanla ilgisi yok demek. Bu, koşullarla alakâlı belli ki. Koşullar, insanın fiziksel şartlarından ruhuna sızarak ona bir yön ve hatta hâl veriyor. Yukarıda örneklendirmeye çalıştığımız her bir eser, çok sancılı ve gerek sıcak gerekse soğuk savaş dönemlerinin yaşandığı, bu suretle çağının insanını sürekli düşünmeye zorlayan bir dönem. Bu minvalde eserler, makro sosyo-ekonomik şahitlikler söz konusu ediyor. Bunu yaparken, mikro hikâyeler ve onların kesişmeleri ile aktarılıyor. Günümüz insanı da çağın getirdiği hız hasılı ciddi bir yalnızlaşmanın eşiğinde. Akabinde siyaseti ve gelinen noktada artık büyük iki kısma ayrılmış düşünceler topluluğunu ele alırsak, bizi çok daha ilginç dönemler de bekliyor olabilir.
Yukarıdaki eserlere ilave olarak yine en çok söylenen ve atıf edilen konu: 13. YY Türk aydınlanması çağı. Moğol baskıları, siyasal düzensizlik ve Anadolu’da meydana gelen kaotik ortam. Neticesinde Yunus Emre, Hz. Mevlana, Konevi, Hacı Bektaşi Veli gibi çokça büyük fikir önderinin çıkageldiği bir dönem. Çünkü zorluklar düşünmeye iter; mücadeleye ve aksiyona sürükler, ki bu sayede üretim başlar. Bugün bir Yunus Emre daha çıkarır mıyız, çıkardık mı, bilmem. Ancak bildiğim o ki, belki sayı hesabı ile pek çok insan ince fikirli değil gibi yaşasa da, şartların etkisiyle ince düşünenler de daha bir ince düşünmeye başladı, bu da kesin. Issız odalarında, çekilip sessiz köşelerde zihinlerinin son zerresine kadar düşünsel damarlarını çatlatacak çile içerisinde olan gençler de vardır, eminim. Özellikle “içlerindeki birkaç beyinsiz” yüzünden mevzi kaybeden, fikriyat öksüzleri örneğin… Ne kadar zor imtihan.
Ayaz bir gecenin en tenha yerinde buğulanmış camlara yazılan sevdalar gibi güçlü yüreklerinde yüce ufuklarda iz sürmeye niyet edip yola çıkan…
Ah o deliler, ah o yiğitler. İbrahim Tenekeci ağabeyin şu mısralarına sığınalım gelin:
“bir bilseniz Efendim!
için için ateşe verdim kendimi!
Ah beni hangi vadiler istedi gitmedim!
Kıskandım da ne oldu hayattan kendimi.
Ah Efendim, sorar durur can;
nasıl bir sondur bu,
kaçtıkça yakınlaşan kaçtıkça yakınlaşan…
derdimi anlattım Efendim derdimi anlattım, sözü yormadan.
Oturup dua ettim, yalvardım;
akıl, git başımdan…”