Sen, ey Kaf Dağı bileti alan zahir kuş, insan dediğin! 
Dünyayı engin zannederken, birkaç havalimanı ve bir avuç okyanusla aslında nasıl da şehrin tarihi semtindeki külliyenin bahçesinde bir ağacın dalında sırlanacak kadar narin olduğunu fark etmişsin. Fark etmiş misin sahi? 
Yolun düşmüştü hani İran’a… O karanlık gecenin, yalnız ve cılız, hem mahzun ve biraz ürkek turuncu ışıkları ile çevrelenmişken etrafı Tahran şehrinin… Geceyi karşına almış ve uzaktan bakmıştın. Uzanan ışıklar göz kırpar gibi değil de, yorgun ve içleri sırlarla dolu hikayelere sandık olmuşlardı sanki. İzlemiştin. Tefekkür etmeye çalışmış ancak bir türlü doğru kelimeleri tahayyül edememiştin. Zaten bir mahzen de yoktu civarda. Sonra işin içinden çıkamamış, ummadığın ve iradenin elinden kaydığı bir anda uykuya kaçarak geceyi bitirmiş, sabaha uyanmıştın. Yetmemiş, tutmuştun orada heybene attığın halveti, İstanbul’un Fatih ilçesinden geçerken yere düşürmüş, sonra o dik ve dar sokakta gizlenmiş bir dede çeşmede yıkamış, çeşmeye çökmüşken de abdest almış… ve gelmiştin geleceğin yere. Sen karanlığın içerisinde izlerken uzaktan Tahran’da o cılız turuncu ışıkları, için ürpermişti hani. Ürperir elbet. Gözüne, hiç görmediğin ve dahi bilmediğin aksiyoner koşuşturmalar, devrim dedikleri bazı olayların bakiyesi gelmişti zira. Gelir elbet. Oysa sadece düşledin, insan hikayeleri vardı. Dünya üzerinde tarih inşa etmek için bire bir örneklerden bir örnekti olaylar. Peki Hazar Denizi’nin güney sahillerinde neler gördün? Şeb-i Yelda’ya düşmeden ne zordu Fuzuli’yi anlamak. Ne kadar gidersen git, gelemedin.  
Derken Özbek diyarına uçtu yolun. Taşkent dediler, başkent. Rus edebiyatı hatrına bir nebze sussan da şu soğuk Sovyet etkisine, en çok da “selam-aleykum” diyen naif, kalu bela kardeşlerinin yüreklerindeki tütsü ısıttı yüreğini. Mana hazinlerinden örülü zincirler sultanı hem, buradaydı. Hoca idi Ahmed idi Yesevi’ydi. Uzun yola revan olan erleri, senin yuvanın da olduğu semte dahi gelmişti. Ezilir miydi hatrı, muhabbeti, içresi?
Sonra bir gün Batum’a çıktı gidiş istikametin. Ankara’dan Trabzon’a uçup -uçmak da neyse-, buradan Hopa’ya seyrederken… Yahu sen değil miydin sağa sola bakıp, Karadeniz’in Akdeniz sahillerine aşkını vehmeden? Gittin, dikildin Sarp sınırına. Geçerken öteye, dağlara baktın. Ne kadar yüksek! Ne kadar yeşil! İnsan yeşilden ürker mi? Ürktün! Neydi bu ürperti? Sen bu dünyadan neden ve nasıl bu an’lara sarılıp kaçtın ve hem geri geldin? Hızını alamadın Tiflis’e devam ettin. Ortasından nehirler akan şehirlerden bir şehirdi Tiflis. Aziz hatıralar vardı, ancak yarına dair söyleyecekleri de var gibi susuyordu. Esasen dün bağrında olanlar, hemen şuracıkta duruyordu.  
Bir vakit oldu Cezayir’e düştü yolun. Akdeniz’in İstanbul’dan bakınca diğer ucunda kalan sahilleri… Soğuk ve ürkek, çöl sıcağında donuk Cezayir. Ne Afrika kalabilmiş ne Avrupa olabilmiş hâller. Avrupa turuna çıkabilmek için orada burada çalışıp da para biriktiren gençlerinin yüreğinde biçare hülyalar, Cezayir. Afrika’nın diğer ülkelerindeki iç savaşlardan kaçarak bağrına sığınan zenciler hem bir yanda… Uzun beyaz çöl kıyafetleri içerisinde, radyolarında tambur ve davul müzikleri çalan taksicileri öte yanda… Yine de İstanbul illerinden geldiğini duyunca, Keçiova Camii’nin yenilenmesini hâl diliyle sana anlatmaya çalışan kıvamda tanıdık muhabbetleri...
Kaldırımlarda, 
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; 
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır” diyen Necip Fazıl üstada selam edercesine seccadelere yatmış ve öğle sonrası sıcağında uykuya dalmış çocuklar… 
Hem mescid, hem hane… Yaşam üzeri seccade… Onunla tutunmaya çalışan ve o seccade ile bulundukları durumu da esasen devrine şahit olarak nakşeden çocuklardı.
Ve gün geldi Endülüs’e uçtun. Üzerinde “Catedral de Cordoba” tabelası asılmış Kurtuba Cami’nin üst kemerlerinde güvercinler vardı. Ankara’da Hacı Bayram Veli’nin etrafında uçan hem cinslerini sorar gibi baktılar yüzüne. Sustun, konuşamadın. Ağır geldi bu soru ve sen de onlara soracaklarını unuttun. Dönüşünde Ayasofya Camii’ne ne diyeceğini düşündün belki, bilmiyorum. Koşarcasına kaçtın sorulardan. Hicaz taksim bir anda Batum, Tiflis, Cezayir, Taşkent, Tahran, Konya, Bursa, İzmit, Şanlıurfa, Tarsus, Antakya… Hepsi yan cephe duvarında bir taştan sana baktılar. Ruhun çarptı minare yerine asılan çanların ortasındaki en siyah metalin üzerinde duran kapağa. Sarsıldı ruhun. Ne diyeceğini bilemedin. 
Bülbül seslerini değil de karga seslerini seven bir kız çocuğunun tespihine bak, belki bilirsin! Bak ne yazıyor? Tüm gürültüleri bastırarak bir ikindi vaktinde toplanmışken gündüzler ve geceler ile şahitleri divanın; savunma değil, adeta ikindi bayramında manifesto okuyor! Dünyanın keratına meydan okurcasına, siyahî kaldırımlarında seccadeler üzerinde uyuyan çocukları uyandırıp miskin ve çaresiz uykularından, kendisini secdeye atıyor! Secdedeyken alnı, tüm bu güzergâhı seccadeye ter ter, damla damla yazıyor. Her damlada okyanuslar taşıyor, gök gürlüyor, yer inliyor.  Belli ki göğün ve yerin arasında hiçbir şey eğlence için olmuyor.