Emine Girgin yazdı...

Bu şehrin caddelerinde dolaşırken bazen kendimi şehrin sahibiymiş gibi hissediyorum. Yine iki dirhem bir çekirdek kendimi dışarı attığım bir gün…

Tam o sırada arkadaşımın sosyal medyadan bana gönderdiği bir paylaşım gözüme ilişti “Kızlar benimkine yazmasanız olur mu? Bekleyin zaten o size yazar.” Bir an durdum, baktım ve sonra kahkahayı bastım. Düşünsene, adamı sahipleniyor ama adam zaten yol geçen hanı. Yolda yürürken hâlâ gülüyordum. Sinirlerimiz mi laçkalaştı, yoksa hayat artık bizimle dalga mı geçiyor, bilemiyorum.

Bizim kız grubumuzun ortak bir hastalığı var.” Kısmet yolları enfeksiyonu!” Evet, teşhisi koydum. Birimiz yıllardır sevdiği adamın her şeyine şahit olmuş, sabretmiş, defalarca başkalarıyla görmesine rağmen gücünü yitirmemiş. Bir diğerimiz ise her taşın altına bakmış ama hâlâ doğru kişiyi bulamamış. En son görüştüğü adamın travmalarıyla da uğraşmak istemedi. Hatta laf aramızda hafta sonu başka bir kadınla bire mekânda denk geldik. Arkadaşımla göz göze geldiğimizde onun hissettiklerini yürekten hissetmiştim. O kadar güzel ki, bunları asla hak etmiyor ve hiç değmeyecek bir adamı seyrettim uzaktan. Biliyorum ki bir gün arkadaşımı hak edecek bir insan çıkacaktı.

 O da değil, bu da değil… Peki, kimdi doğru olan?

Ah, şu gönül işleri!

İnanın ki zor şeyler. 32 yaşında emekli olmak istiyorum aşk sahasından. Unumu eleyip eleğimi asmak değil derdim, ama kalbimi doğru an gelene kadar uzun bir süre dinlendirme arzusundayım. Yani ya tamamen kopacağım bu meselelerden ki bu mümkün değil, yaşadığımız sürece bitmez dediklerimiz biterken, asla bir daha âşık olmam desek de birileri kalbimizi fethetmeyi başaracak. Ya da sevgili okuyucularım hep birlikte her şeyi normalleştireceğiz. Gördüğümüz şeylere şaşırmayacak, sarsılmayacak, öfke üretmeyeceğiz. Ama bu nasıl mümkün olur?

Bir önceki makalemin paylaşımı yapılır yapılmaz geri dönüşleri aldım. Bu kadar hızlı okuyup hemen bir cevap vermeniz de beni çok mutlu ediyor. Bu hafta Odunpazarı Belediyesi’nde bir işim vardı. Geçerken basından çok değerli abim Emrah Yaşar’a bir selam vereyim dedim. Ben daha kapıdan adımımı atar atmaz “Kim üzdü seni söyle?” dedi. Makalemi okumuş. Zaten yazılarımı sıkıcı bulsa eminim okumazdı.

Yeri gelmişten söyleyeyim istedim. Hayatımızın içindeki olayları ben size aktarıyorum. Bazen kendi başımdan geçenler, bazen sizin yaşadıklarınız. Öyle veya böyle bu makalede bir araya geliyoruz. Kimi yazdıklarıma tebessüm ediyor, kimi yazdıklarım da belki yüreğinize dokunuyor. Emin olun bende bu satırları yazarken bazen “içim sökülerek” yazıyorum. Amacım en şeffaf halimle sizi dokunmak. Tam kalbinize!

Yine ismini veremeyeceğim ama çok sevdiğim saydığım, iş adamı olan arkadaşım, geçenlerde ziyaretine gittiğimde dedi ki “Konuşurken tedirgin oluyorum. Yazacaksın diye korkuyorum. “ dedi esprili bir dille. Tabi yazacağım ama isim vermeden. En azından bu konuda rahat olabilirdi. “Senden telif hakkı istiyorum” dedi. “Hepiniz şahitsiniz ilk ben söyledim bu kızın yazıları Sex And The City dizisindeki yazar Carrie’nin yazıları gibi diye.” Dedi.

Arkadaşım çok haklıydı. İlk o soktu aklıma bunu. Bay Big’i bugün Bay Big yapan Mr. Sempatiktir. “Bir gün bana da isim takarsan bari adım Mr. Sempatik olsun” demişti. Onu mu kıracağım.. Yazarken gülümsüyorum eminim o da gülümsüyordur bu satırları okurken. “Pazartesi günlerini iple çekiyorum. Bir dizi izliyormuşum gibi bir sonraki bölümde Bay Big acaba ne yapacak çok merak ediyorum” dedi.

Bu hafta Bay Big’in eskilerini öğrenmeye devam ettim. Öğrenme çabasından değil tabi. Hayat önüme çıkarmaya devam ediyordu. Kadınların fal gibi gelecekten bilgi alma merakları malum. Her içişimde kaparım. İnanmayacaksınız ama buda bir tesadüf öğrenmeydi. Eskilerinin bir kadına gidip her şeyi anlatmaları ve yıllar sonra bir fincan kahvemin vesilesiyle öğrenmem…

İyi bir manipülatör olduğunun farkındaydım ama şuan bunları duyunca onu manipülasyon kralı ilan ettim. Hatta bir kadının kendisiyle alakalı söylemlerine göre, ona sırf zaafından dolayı gecenin bir saati bile arasa, o saatte yine de gittiği gerçeği. “Niye gidiyorsun gitme o zaman?” dediğindeyse “zaafım var” demiş Big’in eski görüştüğü kadın. Ve o kadar iyi manipülatör olduğu için kadınları öyle bir noktaya getiriyormuş ki, “ben çağırmadım sen kendin geldin” diyerek kaçacak alan bırakıyormuş kendine.  Asla tam bir gerçek ilişkiye döndürmüyor kendi çıkarları doğrultusunda süreci gayet iyi yönetiyormuş. Bunun gibi birkaç hikâye daha dinledim. Ee biz kadınlar anlatarak rahatlarız malum. Onlar anlatmışlar, hayat benim önüme sürecek zamanı beklemiş.

Yazamayacağım ama bildiğim içinde huzursuz olduğum birkaç şey daha duydum ama şu kadarını söyleyebilirim galiba kafamda hemen o canlandı, yoksa bu Bay Big, Cristian mı?

Grinin Elli Tonu dizisini izlediniz mi? İzleyenler şimdi ne demek istediğimi anlayacak.. Ben detay vermeyeyim artık hayal gücünüze bıraktım. Nice Anastasia’lar gelip geçmiş kısacası. Hatırlar mısınız bazen bazı kanallardaki diziler saçma sapan birbiriyle bağlanırdı. Bilmem size belki mantıklı gelirdi ama ben gülerdim. Hikâyeleri birbirleriyle bağdaştırırlardı. Benim bu makalemde haftalık bir dizi gibi oldu ya artık içinde galiba iki dizi daha barındırıyor. Sex And The City ve Grinin Elli Tonu..

Ama bakın o dizide Cristian’a baktığınızda iş adamı ve duruşu olan bir adam. Kimse onun iç dünyasını bilmez, bilse de yakıştıramaz. Taa ki çizgiler aşılana kadar. Anastasia o çizgiyi aşmış bir kadın ki içini görebildi. İki seçenek vardı zaten dizide de. Ya Anastasia gidecekti ya da Cristian değişecekti. Gördüğüm, duyduğum ve gözlemlediğim her şeye göre Bizim Big bugüne kadar kimsede değişim kararı almamış ve bu duruma dayanamayıp hep Anastasia’lar ona veda etmiş. Eh hal böyle olunca bir Anastasia gelmiş, bir Anastasia gitmiş. Hatta arkadaşımın değer verdiği adamı başka bir kadınla bir mekânda gördük demiştim ya, ona üzülürken bir başka mekânda Bay Big’i gördük. Hem de aynı şekilde..

Dışarıdan gördüm yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe oldu ama bu.

Yeni bir Anastasia güncellemesi gelmiş. Bir diğer arkadaşımla göz göze geldik ve güldük. Duymak farklı, görmekse bambaşkaydı. Belki duyduklarımız bir şekilde unutulur, affedilir olabilirdi. Ama gördüklerimiz?

Üzülmem gerekirdi belki değerli olduğuna inandığım için fakat içimde garip bir sevinç. Laf aramızda çok yakışmışlar. Bazen bazı kötü şeylerin sizi nelerden kurtardığını bilemezsiniz. Özünde bir yerlerde iyi bir insan olduğuna hala inancım var fakat o kadar yanlış yerlerde ki, nasıl bir acının içinde ve birçok yara bandıyla o kadar meşgul ki çamuruna bulanmak istemedim. Bunun tebessümü benim ki. Hatırlar mısınız söylerdim hep bana çok farklı davranıyor diye. Yani çizgisini bende aşmamıştı. Şimdi anlıyorum sebebini. Sevdiğinden falan değil, adam bende çizgisini aşsa, düşkünlüğünü itiraf etse bir oturuşta kitap yazarım diyedir kim bilir?

Büyü bozuldu. Maskeler düştü. Usulca ona veda ettik o gece. Hiçbir vedam bu kadar kahkahalı olmadı sanırım. Bizden Anastasia çıkmaz be Big!

Hem hayat kendini üzmeden yaşamaya değer. Kalbimizin seçeceği başka bir insanın hayatına değineceğiz elbet daha.. Doğruyu bulana dek, bıkmadan dolacak bu satırlar..

Sahi bu arada şu yeni çıkan Kral Kaybederse dizisini izlediniz mi? Ben izler izlemez dedim ki,” İşte hayatın gerçekleri!” Gülseren Budayıcıoğlu’nun eserlerine bayılıyorum. Bu da onun bir şaheseri zaten. Kitabı da okumuştum, biliyorum ki doruklardan inmeyeceğini sanan bir avcının, avına dönüşerek çakılışını anlatıyor. Aynı zamanda kendini sevilmeyeceğine inandırmış bir kadının, zamanla nasıl avcıya evrildiğini…

Dizide Kenan, evli bir adam. Ama Handan’a sadık mı? Asla. Handan’ın yakın arkadaşı Özlem’le ilişkisi var. Yetmiyor, sağa sola mavi boncuk dağıtıyor. Garip olan şu ki, bunu izlerken veya okurken hiç şaşırmıyoruz. Neden? Çünkü biliyoruz ki bunlar hayattan kopuk hikâyeler değil, bizzat yaşanan olaylar. İçimizde, çevremizde, hatta belki kendi geçmişimizde bu hikâyeler var. Dost sandığınız kişi koynunuzda yılan olabilir, sevdiğiniz adam başkalarının koynuna dolanabilir. Bazen “Bu kadarına da pes” diyoruz, ama aslında şaşırmıyoruz.

Av Mısın, Avcı Mı?

Yıllar önce Sonhaber Gazetesi’nin yazı işleri müdürü Ayhan Aydıner abim dedi ki, “Emine farklı bir yazım tarzın var. Gazetede yazmak ister misin?”

Yazmak benim için bugün gelişen bir sevda değildi. Okul çağında öğretmenler kompozisyon ödevleri verdiğinde herkes yazmaktan hoşlanmazken ben sayfalarca yazabilirdim. Hatta bir bloğum bile vardı. Tüm yazılarımı orada toparlardım. Arkadaşlarım sevgililerini lafla vurmak istediğinde acil durum kişisiydim. Üç kelime verirlerdi bunu mesaja dönüştür derlerdi. “Sana söyleyecek sözüm yok” deyip 8 sayfa yazı yazabilirim yani.

Her neyse kabul ettim ve yazmaya başladım. Yine böyle kadın erkek ilişkilerini kaleme alırken bu konuya değinmiştim.  “Av mısın, Avcı mı?”

O gün de aynı şeyi söylüyordum, bugün de. Dünya var olduğundan beri, besin zincirinin en tepesinde değilseniz, avcı bile olsanız başka bir türün avı olmaktan kurtulamazsınız. Bu ilişkilerde de böyle. Toplumda genellikle erkekler avcı, kadınlar av gibi görülür. Oysa bu algı artık değişti. Kadınlar da beğendikleri birine yaklaşabiliyor, ilk adımı atabiliyor, avcılık rolüne girebiliyor. Erkekler de pasif kalıp “av” konumuna düşebiliyor.

Ama mesele aslında “kim av, kim avcı” oyunu oynamak değil. Eğer bir taraf, diğerini sadece fethedilecek bir hedef olarak görüyorsa, burada gerçek bir bağdan bahsedemeyiz. O ilişki, duygusal bir bağ değil, güç gösterisine dönüşür. Oysa sağlıklı ilişkilerde roller değişir. Bazen avcı olan av olur, bazen av olan avcıya dönüşür. Zaten en büyük hata da bu oyunu kimin kazandığına odaklanmaktır.

Sevgili okuyucularım,

İlişkilerde av mı yoksa avcımı olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Kimi zaman peşinden koştuğun, çaba harcadığınız anlarda avcı, kimi zaman da ilgi ve sevgi beklerken bir av olmadınız mı? Aslında bu bir güç savaşı değil, bir denge meselesi. İlişkilerde ne tamamen bir av, ne de tamamen bir avcı olabilirsin; bazen koşan, bazen bekleyen..

Önemli olan bu döngüde kendimizi kaybetmeden olduğumuz gibi kalabilmek değil mi?

Peki ya siz, bu oyunda hangi roldesiniz?

Sizi seviyorum

Sevgilerimle..